25 Nisan 2018 Çarşamba

‘Demirci Kawa’nın heykelini yıkanlar, onun yoldaşlarını bitiremeyecekler’


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

1 Mayıs çalışmaları kapsamında konuşan DİSK Amed Bölge Temsilcisi Mehmet Şirin Gürbüz, Amed’in tüm sokak ve caddelerine ineceklerini belirterek, “Bizler 1 Mayıs’ı anlamlı ve önemli buluyoruz. Demirci Kawa’nın heykelini yıkanlar, Demirci Kawa’nın yoldaşlarının bitiremeyeceklerdir” şeklinde konuştu.



Geçtiğimiz hafta DİSK, KESK, TMMOB ve TTB ortak bir basın toplantısı yaparak 1 Mayıs İşçi ve Emekçilerin Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü’nü tüm Kürdistan ve Türkiye’de Newroz coşkusuyla kutlayacaklarını açıklamışlardı. Amed’de de kutlanacak olan 1 Mayıs’ın çalışmaları başlamış durumda. Çalışmaların başında bulunan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Amed Bölge Temsilcisi Mehmet Şirin Gürbüz ile konuştuk.

ÇALIŞMALARA BAŞLANDI

1 Mayıs çalışmalarına katılmaları için MHP ve AKP’nin dışındaki tüm siyasi parti ve kurumlarla görüştüklerini belirten Gürbüz, bu görüşmelerden olumlu cevap aldıklarını kaydetti. Çalışma materyallerini kullanmak üzere tasarladıklarını söyleyen Gürbüz, şöyle konuştu: “Biz el bildirilerimizi, broşürlerimizi, afişlerimizi ve pankartlarımı hazırlamış bulunmaktayız. Amed’in 1 Mayıs’ı kutlaması sebebiyle kentin tüm sokak ve caddelerine inecek biçimde bir çalışma yürüteceğiz. Böylesi bir ‘baskın seçim’ denilen seçim kararının alındığı bir süreçte 1 Mayıs’ı görkemli ve coşkulu bir havayla kutlamak önemli ve etkilidir. Gerek güvenlik soruşturmalarıyla gerekse KHK’lerle işten atılan binlerce işçi, emekçi, kadrolu arkadaşlarımızın bu 1 Mayıs’ı iyi değerlendirip alanlara akıp dile getirmek istediklerini haykırabilmeliler.”

HAK TALEPLERİ

Amed ve çevre illerin içinde olduğu bölgesel 1 Mayıs kutlaması yapacaklarını planladıklarını vurgulayan Gürbüz, “Bölgesel kutlama yapacağımız için katılımı da ona uygun bekliyoruz. Tüm ezilen ve ötekileştirilenleri 1 Mayıs alanlarına davet ediyoruz. Bunun için de hummalı bir çalışma yürütüyoruz. Bugün itibariyle alan çalışmalarımızı başlatacağız” dedi.
Gürbüz, bu çalışma kapsamında bir takım temel sloganlarının olduğunu söyleyerek şunları ekledi:
“Savaştan yana olmayıp, barışı savunanları, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünü savunanları, barışçıl ve demokratik bir ortamda herkesin kendi kimliği ve diliyle eşit, özgür bir yaşam için mücadele edenleri, anti demokratik yasalara, gözaltılara, tutuklamalara, haksızlıklara ve adaletsizliklere ‘DUR’ diyenleri,  açlığa, yoksulluğa ve sömürüye ‘DUR’ demek için, iş güvenliği ve ‘güvenlik soruşturmaları’ adı altında iş haklarının feshedilmesine karşı gelmek durmak için, tüm Amedlileri 1 Mayıs mitingine davet ediyoruz. ”

DEMİRCİ KAWA’NIN YOLDAŞLARI

1 Mayıs’ı işçi ve emekçi dayanışma gününden çıkarıp, tüm ötekileştirilenlerin hak taleplerini haykıracakları bir alan haline dönüştürme çabasında olduklarının altını çizen DİSK Amed Bölge Temsilcisi Mehmet Şirin Gürbüz, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Amed bir sanayi veya tekstil kenti olmayabilir ama tüm halkı emekçi bir yapıya sahiptir. Özellikle böyle OHAL ve KHK’lerin hakim olduğu bir süreçten geçmemizden kaynaklı halkımızın bunlara ‘DUR’ demesi için bizler 1 Mayıs’ı anlamlı ve önemli buluyoruz. Demirci Kawa’nın heykelini yıkanlar, Demirci Kawa’nın yoldaşlarının bitiremeyeceklerdir. Kendini bu sistemde öteki hisseden tüm kesimleri 1 Mayıs İstasyon alanına davet ediyoruz.  

24 Nisan 2018 Salı

Paylan: Demokratikleştiremediğimiz sürece suç işlemek üzere sıramızı bekleyeceğiz!


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) İstanbul Milletvekili Garo Paylan, 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı’nın 103. yıl dönümünü değerlendirdi.



HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan, 103 yıldır Ermeni Soykırımı ile yüzleşilmediğine dikkat çekerek, “Demokratikleştiremediğimiz sürece yalnızca suç işlemek üzere sıramızı bekleyeceğiz. Dün Ermeniler, Aleviler oldu, bugün Kürtler, yarın Türkler veya başka halklar olacak” ifadelerini kullandı.
Osmanlı devletinin 1915 yılının baharından başlayarak aşamalı olarak aynı yılın sonbaharına kadar sistematik olarak katliam uyguladığı Ermeni Soykırımı’nın üzerinden 103 geçti. Osmanlının devamı olan Türk devleti, o günden bugüne tüm uluslararası girişimlere rağmen işledikleri insanlık suçunu ‘soykırım’ olarak tanımlamadı. Ermeni halkına dün yaşattıkları acıların aynısını bugün Kürtlere yaşatan Türk devleti, soykırım politikalardan hiçbir zaman vazgeçmedi. Hâlâ günümüzde siyasi, kültürel ve fiziksel soykırımlar devam etmektedir.

İNKAR 103 YILDIR DEVAM EDİYOR

Günümüzden 103 yıl önce 250’ye yakın yazar, aydın, gazeteci ve siyasetçinin planlı bir operasyonla tutuklanıp Ankara ve Çankırı’ya sürüldükten sonra katledildiklerini hatırlatan Paylan, bu olayın Ermeni Soykırımı’nın başlangıç tarihi olarak belirlendiğini söyledi. Bu olaydan sonra çıkarılan ‘tehcir yasası’yla da Ermeni halkının Osmanlı topraklarından kazınıp, imha edildiğini belirten Paylan, şöyle konuştu: “Bu politika ve uygulamalarla bir halkın kültürel varlığı ve tüm izleri yok edilmiştir. Çünkü Ermeni Soykırımı bir anlık bir deprem gibi gelip geçen bir şey değildir. Daha sonra oluşan inkar politikalarıyla 103 yıldır devam etmektedir. Eğer ki Türkiye yaşanan felaketle yüzleşebilselerdi, benim inancım odur ki bugüne kadar yaşadığımız onca katliam, soykırımı ve acıları yaşmammış olacaktık. Ama maalesef bu suçlarla yüzleşilmediği ve inkar devam ettiği için yeni suçların kapıları aralanmıştır.”

DÜN ERMENİLER, BUGÜN KÜRTLER

Bugün yaşadıkları iklimin 103 yıl önce ki iklime çok benzediğinin söyleyen Paylan, şunları kaydetti: “103 yıl önce mesele Ermenilerdi. Onların eşitlik taleplerinin kabul edilmemesiydi. Bugün de aynı politikalar Kürtler üzerinde uygulanıyor. Kürtlerin iradesi ve eşitlik talepleri kabul edilmiyor. İmha ve asimilasyon politikalarıyla devam edilmeye çalışılıyor. Ben 103 yıl önceki felaketle yüzleşmenin hepimiz açısından iyileşmek anlamına geleceğini düşünüyorum. Yalnızca Ermeni halkı için değil, Türkiye’de yaşayan herkes için önemli bir adaletin olacağını düşünüyorum. Ermeni Soykırımı ile yüzleşmenin de öncelikle soykırımı kabul etmek ve faillerinin isimlerinin cadde, bulvar ve sokaklardan kaldırılmasıyla başlar. Çünkü soykırımın baş faili olan Talat Paşa’nın ismi tüm kamusal alanlara verilmiş durumda. Bu durumda soykırım ikliminin devam ettiğinin en temel sembollerinden birisidir.”

MHP-AKP’NİN SOYKIRIM POLİTİKALARI

Ermeni Soykırımı döneminde cumhuriyetin ilk Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt’un  ‘Burası Türkün devletidir. Türk olmayanın hiçbir hakkı yoktur. Tek hakkı, köle olmaktır’ sözünün bugün hâlâ geçerliliğini koruduğunun altını çizen Paylan, şunları vurguladı: “Bugün Ermeni Soykırımı ile yüzleşmeleri demek, Bozkurt’un bu sözünün devamını getirememek anlamına gelir. MHP zaten bu konuda nettir. Ermeni Soykırımı’nı tanımamak, Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerine kulak MHP’nin ortaya koyduğu ideolojinin bitmesi demek olur. Dolayısıyla AKP son 13 yıldır MHP’ye yedeklendiği için, MHP’nin ideolojisini devam ettiriyor. MHP’nin en temel talebi de, Ermeni Soykırımı’nı kesinlikle tanımamak, Kürtlerin tüm taleplerini yok sayıp baskılamaktır. O yüzden şu anda adaletten çok uzaktayız. Ancak biz HDP olarak mücadelemizle hem bugün yaşananların hem de geçmişte yaşananların adalet talebini ortaya koyuyoruz.”

‘MESELE DEMOKRATİKLEŞMEKTİR’

“Demokratikleşme herkes için önemli bir role sahiptir” diyen HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Yakın geçmişte bu meselelerin ciddi anlamda tartışıldığı bir süreçten geçtik. Bunu Kürt meselesinin demokratik çözümünün konuşulmasına borçluyduk. Ülkenin bu kadar büyük ve güncel bir meselesi konuşulup tartışılıyorsa biz Ermeniler olarak da yüz yıllık bir sessizlikten sonra Ermeni meselesini gündeme taşıma fırsatı bulduk. Demokratikleşme sadece Kürtler veya Ermeniler için değil, yaşanan pratiklerden de görüyoruz ki Türkler için de önemli. Kürde hakkını vermeyen, Ermeni’nin felaketi ile yüzleşmeyen anlayış Türklerin de hakkını gasp ediyor. Onları KHK’lerle işinden, aşından ve özgürlüklerinden ediyor. Bu açıdan özgürlük düşüncesi bir bütündür. Önemli olan bu ceberut devlet anlayışını demokratikleştirmektir. Demokratikleştiremediğimiz sürece yalnızca suç işlemek üzere sıramızı bekleyeceğiz. Dün Ermeniler, Aleviler oldu, bugün Kürtler, yarın Türkler veya başka halklar olacak.”


23 Nisan 2018 Pazartesi

Cezaevlerinde yüzlerce 0-6 yaş grubu çocuk var


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Türkiye cezaevlerinde adaletsizlik ve hak ihlalleri artık uluslararası ilgili kurumların gündeminden düşmeyen bir boyuta ulaşmış durumda. Bunların en başında da anneleriyle beraber cezaevi koşullarında 6 yaşına kadar yetişmek zorunda kalan çocukların durumu geliyor. Onca girişim ve soru önergelerinden sonra Adalet Bakanlığı’nın 2017 yılının kasım ayı itibariyle sayılarının 624 olduğunu açıkladığı bu çocukların, beslenme ve yaşama koşullarının standartların çok altında olduğu tespit edilmişti. Açıklanan sayının söz konusu çocukların annelerinin tahliye olmaları veya 6 yaşına geldikten sonra annelerinden koparılmaları durumu da göz önünde bulundurulduğunda bu veriler değişkenlik gösteriyor. Bu çocuklara en son katıldığı bir televizyon programında Kürdistan’daki katliamları kastederek ‘Çocuklar ölmesin’ dediği için tutuklanıp cezaevine konulan Ayşe Çelik Öğretmen’in yeni doğan kızı da eklenmişti.

Türkiye cezaevlerinde anneleriyle birlikte kalmak zorunda bırakılan ve yasal mevzuat gereği 6 yaşlarına geldiklerinde annelerinden koparılan çocukların bulundukları ortamın ruhsal ve bedensel gelişimlerini nasıl etkilediğini, beslenme koşullarını, annelerinden koparıldıktan sonra dış dünya ile adaptasyon süreçlerini ve tüm bunların geleceklerinde nasıl bir iz bıraktığını konunun uzmanları ile konuştuk.

Sorularımızı yanıtlayan Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği – Hapiste Çocuk Ağı Temsilcisi Avukat Cansu Şekerci ve Altınbaş Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölüm Başkanı Öğretim Üyesi Dr. Fulya Giray Sözen, çocukların 0-6 yaş dönemini, cezaevi gibi yetişkinlerin bile duygusal olarak zorlandıkları bir mekanda geçirmek zorunda kaldıklarına dikkat çektiler.

YÜZLERCE 0-6 YAŞ GRUBU ÇOCUK CEZAEVLERİNDE

Türkiye cezaevlerinde anneleriyle birlikte kalan çocukların rakamsal verileri hakkında bilgi veren Av. Cansu Şekerci, “Hapishanede anneleriyle kalan 0-6 yaş grubu çocuklara ilişkin güncel istatistiklere soru önergelerine ve bilgi edinme başvurularına verilen cevaplardan, uluslararası denetim mekanizmalarının hazırladıkları raporlardan ulaşıyoruz” dedi.



Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin 2017 yılını kapsayan ve Mart 2018’de yayınlanan raporuna değinen Av. Şekerci, şunları belirtti: “Aralık 2017 itibariyle yaklaşık 600 kadın çocuklarıyla birlikte tutulmaktadır. Bunlardan 100 tanesi hamile ya da yeni doğum yapmıştır. Raporun hapishanedeki annesiyle kalan çocuk değil, çocuklarıyla kalan anne sayısı baz alınarak hazırlanması; bir annenin birden fazla çocuğu olması durumunda sayının daha fazla olduğunun sinyalini vermekte. Yine nispeten yakın zamanlı bir istatistik olarak İstanbul milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi’nin verdiği soru önergesine Adalet Bakanlığı yanıt olarak 14.11.2017 tarihi itibariyle 624 çocuğun olduğu bilgisini vermiştir. Veriler değerlendirilirken dikkat edilecek bir başka husus, istatistiğin belirli bir tarihle sınırlı olmasıdır. Tahliye olan anneler ve yaşı dolduğu için annelerinden ayrılan çocukların tek bir tarihle verilen istatistiklerde karanlık sayı olarak kaldığı unutulmamalıdır.”

ÇOCUKLARDA CEZAEVİ PSİKOLOJİSİ

Çocukların cezaevlerindeki durumlarına ilişkin de konuşan Av. Şekerci, şunların kaydetti: “Çocuklara özgü menü çıkmaya başladı ve kantinde yoğurt, süt gibi takviyeler parayla satın alınabiliyor. Ama maddi geliri olmayan anneler için kantinden çocuğa özgü ürün temin etmek çok mümkün değil. Bu alandaki sorulara bakanlık tarafından sınırlı cevaplar verilmesi, anneleriyle kalan çocuklar hakkında temel ya da özel ihtiyaçlara ilişkin gerekli takibin yapılmadığını da gösteriyor. Bu yüzden Türkiye genelinde bir standardizasyon sağlanmadığı savını destekliyor.”

Çocukların kendilerini cezaevinde hissetmemesi için yapılması gereken uygulamaların ne aşamada olduğunu anlatan Av. Şekerci, şöyle konuştu: “Türkiye’de 8 adet kadın kapalı ceza infaz kurumu var. Aynı zamanda erkek mahpuslar için kullanımda olan kurumların bazı koğuşlarının da kadın mahpuslara ayrıldığı bilinmekte. Çocuk sayısının yüksek olduğu kurumlarda kreş ya da oyun odaları olabiliyor, ancak bu uygulama da standart değil ve her kurumda bu imkan bulunmuyor. Ayrıca çocuk, oyun odası ya da kreş dışında oyuncakla temas edemiyor, koğuşlara oyuncak alınmıyor. Her türlü oyun/oyuncak olanağı sağlanmış olsa bile kadın cezaevleri yetişkine özgü kurumlar ve 0-6 yaş arası çocukların bu kurumlarda kendilerini cezaevinde hissetmeme ihtimali ne yazık ki yok.”

ÇOCUKLAR ADAPTASYON SORUNU YAŞIYORLAR

Öğretim Üyesi Dr. Fulya Giray Sözen ise, 2010 yılı Aralık ayında BM Genel Kurulu tarafından kadın mahpusların ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik kriterleri içeren Bangkok Kuralları’nı hatırlatarak, şunları ekledi: “Bangkok Kuralları, anneleriyle birlikte hapsedilen çocukların bakım politikasına ilişkin geniş düzenlemelere yer veriyor. Bu kurallar BM’ye üye ülkelerce oybirliğiyle kabul edildi ve ülkelerin yükümlülüklerini yerine getirmesi bekleniyor. Kurallarda annesiyle birlikte hapsedilen çocukların içinde bulunduğu çevre koşullarının kurum dışındaki çocukların koşullarına olabildiğince yakın olması gerektiği düzenlemesine de yer verilmiştir fakat güncel durumda bu sadece teorik bir bilgi olarak kalıyor.”



Çocukların en kritik gelişim sürecini cezaevinde geçirmelerinin sonraki yaşamlarına, kişiliklerine, seçimlerine, hayatla ilgili yönelimlerine etkisinin oldukça büyük olduğuna işaret eden Dr. Sözen, şu değerlendirmelerde bulundu: “Her şeyden öte anneyle birlikte cezaevine girmek çocuk için oldukça zorlayıcı bir süreç. Çocuklar hayatla ilgili birçok referans noktası oluşturdukları 0-6 yaş dönemini, cezaevi gibi yetişkinlerin bile duygusal olarak zorlandıkları bir mekanda geçirmek zorunda kalıyor. Sonrasında çocuk 6 yaşını doldurduğunda dışarıda kendisine bakım sağlayacak kimse yoksa ya devlet koruması altına alınıyor ya da dışarıdaki bir bakım verenin yanına hızlı bir geçiş yapıyor. Çocuğun oldukça uzun bir süre, sadece anneyle kurduğu yakın ilişki ve cezaevindeki izole, birçok uyarandan yoksun yaşamı dış dünyaya geçişle birlikte dönüşüyor ve birçok çocuk bu geçişe adapte olmakta güçlük çekiyor.”

ÇOCUKLARIN ANNELERİNDEN KOPMA SÜRECİ

Dr. Sözen şöyle devam etti: “Çocuklar cezaevinde anneleriyle birlikte kaldıklarında genelde çok yakın, bağımlı bir ilişki geliştirebiliyorlar. Hatta çoğu durumda çocuğun içerdeki varlığı anneye de güç veriyor ve anneler aslında çocuklarını duygusal bir dayanak, güç olarak da görebiliyor. Bu normalin dışında, diğer aile üyeleriyle temasın hemen hemen hiç ya da çok sınırlı olduğu ilişki biçiminin çocuğun 6 yaşını doldurmasıyla birlikte sona ermesi ve çocuğun bir gün içerisinde dış dünyaya geçiş yapması çocuk için fazlasıyla incitici bir deneyim. En temel güçlük anneden ayrılmak olsa da çocuğun ikamesi, sosyal çevresi, varsa aile üyeleri ve akranlarıyla ilişkileri, günlük rutinleri, beslenme, uyuma, oyun oynama gibi çok temel günlük pratikleri tamamen yeniden kurgulanıyor. Çocuklar eğer henüz cezaevindeyken dış dünyayla ilgili hazırlanmaz, bu konuda kendilerine bilgi verilmez ve bu geçiş birdenbire gerçekleşirse çocuk için dış dünya çok daha korku ve kaygı verici bir alana dönüşebiliyor.”

CEZAEVİNİN ÇOCUKLARIN GELECEKLERİ ÜZERİNDE ETKİSİ

Cezaevinde doğmuş veya orada belli süre kalmak zorunda bırakılan çocukların, yetişkin olduklarında toplumla kuracağı ilişkinin boyutu ve içeriğiyle ilgili de konuşan Dr. Sözen, “Bunu öngörmek çok zor ve her şeyden öte böyle bir genellemede bulunmak bu çocuklar için oldukça etkileyici olur. Bu konuda ancak cezaevinde doğan ya da büyüyen çocukların yetişkin hayatlarını inceleyen boylamsal araştırmalarla bilimsel bir yorum yapılabilir, böylesi araştırmalarda ne yazık ki sınırlı. Lakin şunu biliyoruz ki, çocukluk çağındaki olumsuz deneyimler ve mağduriyetler bireylerin yetişkinlik hayatını birebir etkiliyor” dedi.

Bu etkinin çocuğun yaşamında karşılaştığı iyileştirici, sahici ve kalıcı ilişkilerin gücüne bağlı olarak olumluya da evrilebileceğini söyleyen Dr. Sözen, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Dolayısıyla cezaevinde büyümüş çocuklar beklenenin aksine eğer bu olumsuz deneyimin etkilerini telafi edecek kalıcı ve sahici bir ilişki, iyi bir rol model ya da sağlıklı bir sosyal çevreyle desteklenirlerse, dışarıda büyüyen akranlarıyla benzer bir yetişkinlik süreci geçirebilirler. Cezaevinde büyüme sürecinin nasıl ele alındığı, sonrasında anneyle çocuğun ilişkisinin ne boyutta devam edebildiği, çocuğun cezaevinde ne kadar süre kaldığı, kaldığı dönemde koğuşunda başka çocukların bulunup bulunmadığı, çocuğun okul öncesi imkanlardan yararlanabilmesi gibi birçok faktöre bağlı olarak çocuğun bu olumsuz deneyimden etkilenme biçimi değişebilecektir.”

20 Nisan 2018 Cuma

Pir: HDP’nin seçimlerde ittifaka ihtiyacı yok


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

HDP Amed Milletvekili Ziya Pir, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimlerin tarihini 24 Haziran olarak belirlemesinin nedenlerini ve partilerinin seçimlere ilişkin tavrını anlatarak, “Bizim seçimlerde ittifaka ihtiyacımız yok. Baraj sorunu olanlar düşünsün” ifadelerini kulandı.



AKP Genel Başkanı ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz günlerde erken seçim tarihinin 24 Haziran olacağını açıklamıştı. Seçimlerin erken tarihe alınması bir yandan birçok siyasi parti ve çevreler tarafından eleştirilirken diğer yandan fiiliyatta seçim çalışmalarının startı verildi. MHP-AKP faşist bloğunun ‘cumhur ittifakı’ olarak nitelendirdiği ortalıklarının çatlayarak yenilgi ile sonuçlanmaması için erken seçim kararı aldıkları yönündeki tartışmaların yürütüldüğü bir siyasi ortamda Halkların Demokratik Partisi (HDP) Amed Milletvekili Ziya Pir ile konuştuk. 
MHP ve AKP’nin 2015 7 Haziran genel seçimlerinden bu yana bir koalisyon kurduklarını hatırlatan HDP Amed Milletvekili Ziya Pir, söz konusu bu koalisyonun uzun sürmesi durumunda çatlak seslere gebe olacağına dikkat çekti.

ÇATLAMAK ÜZERE OLAN FAŞİST KOALİSYON

AKP’li milletvekillerin MHP ile devam eden koalisyondan rahatsız olduklarını belirten Pir, şunları kaydetti: “AKP’li milletvekilleri MHP ile kurulan ittifaka rağmen oylarında bir artış olmadığını söylüyorlar. Dolayısıyla bu ittifakın bir anlamının olmadığını anlatıyorlar. Bu da ittifakın bir çatlaklığa doğru gittiği gösteriyor bizlere. Bunun önünü almak için de koalisyonun küçük ortağı Devlet Bahçeli erken seçimin yapılması için bir çıkış yaptı. Kaldı ki bu ittifakın oyları gün geçtikçe erimeye başlamıştı. Bir buçuk yıl daha bunu böyle götüremezlerdi. O zamana kadar muhtemelen oy oranı yüzde 40’ların bile altına düşebilirdi. Bunların yanı sıra Türkiye şu anda ekonomik krize doğru hızlı bir şekilde ilerliyor. Ekonomik göstergelere baktığımızda bu yılın sonuna kadar mevcut hükümet Türkiye’yi yönetemeyecekti.”

‘YÖNETEMEDİKLERİ İÇİN SEÇİME GİDİYORLAR’

MHP-AKP koalisyonun neredeyse iki yıldır ülkeyi OHAL ile yönetmelerine rağmen yine de başarılı bir yönetim biçimi ortaya koyamadıklarına işaret eden Pir, “Ülkeyi yönetemedikleri için kendi oyları daha fazla düşmeden bir umut tekrar iktidar olabilme düşüncesiyle erken seçime gitme kararı aldılar. Yapılan açıklamalara baktığımız da bu karar öyle yeni alınmış bir karar değil. Mesela AKP Sözcüsü Mahir Ünal ‘Bizim seçim şarkımız bile hazır’ dedi. Bu söylem, birkaç aydır erken seçim çalışmalarına başladıklarını gösteriyor. AKP kendi tükürdüğünü yalamamak için Devlet Bahçeli’ye bunu söylettiler. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Türkiye’de seçim kararını meclisin alması gerekirken, cumhurbaşkanı erken seçim tarihini bildirirken meclise sorma ya da önerme zahmetinde bile bulunmayarak emrivaki bir şekilde açıkladı. Bu durum da Türkiye’deki demokrasi ayıplarından biridir” dedi.

‘HDP OLARAK SEÇİMLERE HAZIRIZ’

Kürdistan ve Türkiye’nin sıkıyönetim ile yönetildiğinin altını çizen Pir, şunları ekledi: “Önümüzde seçim çalışmaları için iki aylık bir süreç var. Bu sıkıyönetim koşullarında HDP başta olmak üzere muhalif partiler nasıl çalışma yürütecekler biz merak ediyoruz. Cumhurbaşkanı ‘AKP-MHP ittifakından kopan Kürt oylarına göz yumamayız’ diyor. Bizi hiçbir şekilde çalıştırmak istemiyorlar. Seçim çalışmalarımıza engel olacaklar. Muhtemelen 1 Kasım seçim çalışmalarından daha kötü şartlarda çalışma yürütmek durumunda kalacağız. Ama olsun, biz HDP olarak seçimlere her zaman hazırız. Kürdistan’ın milletvekilleri olarak hep halkımızın içindeyiz. Hep alanlarda, ev ve esnaf ziyaretlerindeyiz. Bizim çalışmalarımız zaten var. Seçimlere iki ay kalmış olan bu zaman diliminde var olan çalışmalarımızı daha da yoğunlaştırarak 7 Haziran’daki oy oranlarının üstüne çıkmaya çalışacağız. Öyle inanıyorum ki MHP-AKP faşist ittifakına hiçbir onurlu Kürt oy vermeyecektir.”

‘ONUN SİYASİ CANINA SON VERECEĞİZ’

AKP’nin Efrîn savaşına girerek milliyetçi oyları toplayabileceğini düşündüğünü söyleyen Pir, sonucun istedikleri oranda olmadığını vurgulayarak, şu değerlendirmelerde bulundu: “Efrîn’de herhangi bir başarı yoktu. Küçük bir kasabayı işgal edip orada hırsızlık yaptılar. ÖSO katillerini oraya soktular. Tüm bunlar artık bizim açıklamalarımız veya gösterdiğimiz tepkilerden bağımsız olarak Türkiye halklarının oradaki gerçekleri gördükleri anlamına geliyor ki istedikleri gibi bir seçim yatırımı olmadı. Kandil’e de iki kilometre ilerleyip, bir bayrak asarak, orayı işgal ettik havası yaratarak seçim yatırımı yapmak istiyordu ama Efrîn bunu başaramayınca vazgeçti ve apar topar erken seçime odaklandı. Ama AKP’nin gidişinin ekonomik bunalımla ilgili olacağı kadar Kürtlerin mücadeleleriyle de ilgili vardır. Kürtlerin mücadelelerini es geçmemek lazım. Onların kaderi bizim elimizde. Selahattin Başkan’ın da dediği gibi ‘Bir mühürlük canı var’. O bir mühürle biz onun siyasi canına son vereceğiz.”

İTTİFAK TARTIŞMALARI

Seçim ittifakları tartışmalarına ve seçimlerde alacakları pozisyonlara da değinen HDP Amed Milletvekili Ziya Pir, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Her şeyden önce seçimleri ikiye ayırmak lazım. Aynı günde olsa bile bir cumhurbaşkanlığı bir de milletvekilleri seçimi var. HDP’nin milletvekili seçiminde herhangi bir ittifaka ihtiyacımız yok. Baraj sorunu olanlar düşünsün. Biz zaten sivil toplum örgütleri ve diğer demokrasi güçlerinden bir araya gelen ittifaklar partisiyiz. Başka bir parti ile ittifak yapma sorunumuz yok. İttifakları MHP gibi baraj sorunu olan partiler yapar. AKP’de yüzde 50’yi bulamayacağı için ittifaka ihtiyacı var. Cumhurbaşkanlığı seçimi için ise biz kendi adayımızı birinci turda öyle görünüyor ki çıkaracağız. Önümüzdeki hafta içinde de adayımızı belirlemiş olacağız.”

13 Nisan 2018 Cuma

Avukat Pasinli: Kadına yönelik şiddet yönlendiriliyor


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Kadına yönelik şiddet ve cinayet vakalarını değerlendiren Amed Barosu Kadın Hakları Merkezi Başkanı Avukat Aslı Pasinli, bu vakaların giderek arttığına dikkat çekerek, “Toplumu etkileyecek durumları olan insanların söyledikleri, kadına yönelik şiddeti yönlendirebilecek ya da körükleyebilecek nitelikte olabiliyor” ifadelerini kullandı.



Türkiye’de kadına yönelik şiddet ve cinayet neredeyse her gün katlanarak devam ediyor. Egemenlerin kadına dönük tavır ve tutumlarından da cesaret alan erkeklerin işlediği cinayetlerin, cezasızlıkla sonuçlandırılması bu cinayetlerin artmasına kaynak sağlamaktadır. Yine kadınların erkek şiddetine maruz kalması da aynı kaynaktan beslenmektedir. Konuya ilişkin konuştuğumuz Amed Barosu Kadın Hakları Merkezi Başkanı Avukat Aslı Pasinli, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin neden arttığını ve buna karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini değerlendirdi.

‘MAHKEMELER, KADINLARI YILDIRABİLİYOR’

Türkiye’nin 2011 yılında kadına karşı şiddetin önlenmesine ilişkin İstanbul Sözleşmesi’ni imzaladığını hatırlatan Av. Pasinli, “Bu sözleşmenin taraf devletleri kadına karşı şiddetin kendi ülkelerindeki dinamikleri harekete geçirerek önlenmesine dair bir yükümlülük yüklenmiştir. Türkiye bu sözleşmeyi çekincesiz bir şekilde imzaladığı için böyle bir sorumluluğu da uluslararası mevzuatta da yerleşik durumda. Türkiye daha sonra iç hukukta da ‘6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’u harekete geçirerek 2012 yasalaştırdı. Buna ilişkin iç hukukta da dayanak yapılan yasa budur” dedi.

Kadına karşı şiddet konusunda toplumun bütün dinamiklerini gözlemleyip iyi okumak gerektiğini aktaran Av. Pasinli, konuşmasına şöyle devam etti: “İstanbul Sözleşmesi’ndeki ‘Bunun sadece hukuki ayağı baz alınmamalı, toplumun tüm dinamiklerinin harekete geçirilmesi lazım’ vurgusu, eğitim ve diğer tüm ayaklar, bu alanda çalışan STK’lar, dernekler, odalar topyekun kolektif bir çalışma ortaya çıkarmak zorunda. Çünkü biz takip ettiğimiz vakalarda dosyanın başka bir ayağının eksikliğini görüyoruz. Bu eksikler ya raporlamayla ilgili oluyor ya da bu kadar uzun süren bir sürecin kadında bir yılma hali yarattığını görüyoruz. Çünkü kadınlar yaşadıkları cinsel saldırılardan dolayı merkezimize başvurular yapıyor ve bu başvuru süreçleri ilerlerken mahkeme aşamasına gelene kadar kadın o kadar çok yere sürükleniyor ki bir süre sonra bu sürüklenmeden ve kendisini inandırma kaygısı ona dayatıldığı için bir yılma hali söz konusu olabiliyor.”

TOPLUMSAL DİNAMİKLER HAREKETE GEÇMELİ

Av. Pasinli şunları ekledi: “Bu tarz dosyalarda şikayetinden vazgeçme noktasına gelen kadınlar oluyor. Bu önemli bir kriter. Mahkemenin kovuşturmanın orta aşmasına gelmiş bir dosyada, müştekinin şikayetinden vazgeçmiş olmasını sadece ona ait bir değerlendirme olarak görmemek lazım. Çünkü kadının yürüttüğü süreç bazen onu buna mecbur bırakılıyor. Bir yılma haline geldiği için kadın bundan vazgeçmek zorunda bırakılıyor. Ya da tehditler, etraftan gelen toplumsal baskılar kadına bu adımı attırıyor. O yüzden de bu tarz dosyaları takip ederken, mümkün mertebe kadın merkezi olarak kalabalık bir şekilde takip ederiz. Çünkü kadın açısından olduğu kadar avukatlar açısından ciddi bir tehlikeyi biz orada gözlemliyoruz. Haliyle basının da artık bu durumu görünür kılma tartışmasını artık bitirmek gerekiyor çünkü şiddet arttı ve planlama buna göre yapılmalı. Bu konuya dair acil eylem planları yaparak toplumdaki tüm dinamikleri acilen harekete geçirmek gerekiyor. Kadına yönelik şiddet çalışmaları da bu şekilde yürütülmesi lazım.”

‘DURUŞMALARDA SANIĞIN KİM OLDUĞUNU KARIŞTIRIYORUZ!’

Mahkeme süreçleri hakkında da bilgi veren Av. Pasinli, kadınların bu sürece ulaştıklarında devam eden toplum baskısının katlanarak arttığına dikkat çekti. Bu durumu kendilerinin de mahkeme salonlarında gözlemleyebildiğini belirten Av. Pasinli, şunları aktardı: “Yargılama aşamasında sürekli kadından yaşadığı şeyi ispatlaması isteniyor. Çoğu zaman takip ettiğimiz duruşmalarda sanığın kim olduğunu karıştırıyoruz! Çoğu zaman kadına bir inanma hali var ve kadın bunu hissediyor. Birkaç anlatma kadında tekrar bir travmaya yol açıyor. Yılmadan kastım da buydu. Kadın, çok fazla mecraya gitmek zorunda bırakılıyor. Ayrıca mahkeme heyetlerinden çoğu zaman cinsiyetçi sorularla yöneltiliyor. Müdahale etmemize rağmen bu sorular geri alınmıyor. O yüzden kadına karşı geliştirilen  ‘Sana inanmıyoruz, bize kendini ispat et’ tavrı elbette ki onda travmayı derinleştirebiliyor.”

KADINLAR HER YERDE ŞİDDET UĞRUYOR

“Ortada bir şiddet varsa ve bu da tüm toplumun sorunuysa, bu toplumdaki bütün ayakların tarzı ve tavrı olduğunu çok rahat görebiliyoruz” diyen Av. Pasinli, “Kadın yaşadığı şiddeti ve onun artçılarını sadece mahkeme de değil, hastane ve benzeri kamu kuruluşlarına gittiğinde de görüyor. Şiddete ilişkin bir raporlama istediğimiz zaman, çoğu zaman engellerle karşı karşıya kalıyoruz. Ya da güvenlik görevleri tarafından kadına ‘Kocandır, bir tokat atmış, ne olacak? Bunun için hastaneden rapor almaya mı geldin?’ gibi sözlerin sarf edildiğini ve kadını geri göndermeye çalışıldığına ben kendi gözlerimle şahit oldum. Yine emniyet müdürlüklerin kadınların şikayet başvuruları alınırken aynı sıkıntılar ve tavır ile yüz yüze kaldığımız oluyor. Bu Türkiye’nin yaygın bir sorunu olduğu için tüm makamların ve kademelerin ortak tavrı ve sonucu böyle oluyor” şeklinde konuştu.

‘KADINLAR KOLEKTİF ÇALIŞMA YÜRÜTMELİ’

Kadına karşı şiddet ve cinayetlerin durdurulmasına için devlet eliyle yürütülen çalışmaların yetmediğine işaret eden Av. Pasinli, şu değerlendirmelerde bulundu: “Bu çalışmalar yürütülürken sadece bakanlığın değil, bu alanda faaliyet gösteren kadın örgütlerinin de görüşleri alınmalı. Bu örgütlerle beraber kolektif bir çalışma yapılmak zorunda. Bu alanda sahada pratik çalışma yürüten kadınları illegal bırakıp, sadece kurumlar üzerinden bunu götürmek çok mantıklı değil. Dolayısıyla sahada pratik çalışmanın içinde olan kadınların deneyimleri üzerinden bir dayanışma ağı gelişmek zorunda. Çalışmaların odak noktası en azından böyle belirlenmeli. Türkiye de böyle bir bütünleşme olmadığı ayrı alanlarda yürüyen çalışmalar görüyoruz. Çözümün bir arada olmaktan geçtiğini vurgulamak gerekiyor.”

‘KADINA ŞİDDET KATEGORİZE EDİLİYOR’

Kadına dönük şiddetin kategorize edilmemesi gerektiğini savunan Av. Pasinli, şiddetin sadece köyde, eğitimsiz insanlar arasında ya da ekonomik geliri düşük ortamlarda yaşandığına dair oluşan algının yanlış olduğunun altını çizdi. Bu kategorizeyi yapan kesimlerin şiddete bir gerekçelendirme yapmak niyetinde olduklarını belirten Av. Pasinli, konuşmasını şu sözlerle sürdürdü: “Şunun vurgusunu tekrar yapmak gerekiyor; Şiddet ne ekonomik geliri düşük olan ne eğitimin az olmasından ne de köylük kırsal alanlardan kaynaklanan bir durum değil. Yapılan istatistikler de bizlere eğitim düzeyi gayet yüksek, ekonomik olarak iyi bir seviyede olan insanların dahi şiddet uygulandıklarını ya da maruz kaldıklarını gösteriyor. Eğitimli ve ekonomik özgürlüğü olan kadınlar şiddete maruz kalmıyor diye bir şey yok. Bu da toplumun yanlış anladığı bir bilgi aslında. Çünkü bu kadınlar da şiddete maruz kalabiliyorlar. Şiddet dediğimiz zaman toplumda hiçbir kalemlendirme yapmaksızın herkesi sorunudur.”

‘BASIN, TOPLUMSAL REFLEKSİ YÖNLENDİREBİLİYOR’

Basının kadına yönelik şiddet konusunu işlemesinin toplumunda ciddi reflekslerin gelişmesine önayak olduğunu söyleyen Av. Pasinli, şöyle devam etti: “Nevin Yıldırım, Çilem Doğan veya Diyarbakır’daki bazı dosyalarda basının çalışmaları önayak oldu. Basının bu konuyu nasıl işlediği toplum refleksini belirlerken önemli bir kriter haline gelebiliyor. Bu sorun aslında eğitim kurumlarından tutalım da, hastanelere, yargıya kadar herkesin ortak sorunudur ve buna yönelik çözümler geliştirilmek zorunda.”

ALGI YÖNETİMİ OLUŞTURULUYOR

Toplumda yönlendirici pozisyonunda olan şahsiyetlerin kadına yönelik şiddet ve cinayetleri körükleyen açıklamalarda bulunduklarını ifade eden Amed Barosu Kadın Hakları Merkezi Başkanı Avukat Aslı Pasinli, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Toplumun kendisine örnek aldığı ya da karizmatik bulduğu bazı profiller oluyor. Bu profillerin söylemleri, yaşam şekilleri basına veya topluma yansıyan kareleri bir algı yönetimi haline dönüşebiliyor. Öncü karakter diyebileceğimiz insanların kadına karşı şiddetin ortadan kaldırılmasına dönük açıklamalar yapması, toplumda farkındalık oluşması için verdikleri demeçler yönlendirici olabilir. Dolayısıyla toplumu etkileyecek durumları olan insanların konuşmalarına dikkat etmeleri gerekiyor. Bu kişilerin söyleyecekleri her şeyin toplumu yönlendirebilecek ya da körükleyebilecekleri nitelikte olacağı gözden kaçırılmamalı. Çünkü toplumun önemsediği kişilerin beyanları belirgin olabiliyor.”

12 Nisan 2018 Perşembe

Çocuk istismarı vakaları son 10 yılda yüzde 700 arttı


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR) 

Çocuk istismarı vakalarıyla ilgili konuşan Amed Barosu Çocuk Hakları Merkezi Genel Sekteri Avukat Asye Demir, “Çocuk yönlü değil de, fail yönlü düşünen bir mahkeme sistemi var. Çocuk istismarı vakalarını 10 yıllık bir istatistiğe vurduğumuzda yüzde 700 arttığını görüyoruz” ifadelerini kullandı.



Çocuk istismarı vakalarının gittikçe artış gösterdiği Türkiye’de, cezasızlık kültürünün payı oldukça belirgin. Bu vakaların intikal ettiği mahkeme heyetlerinin genelde adil kararlar vermediği defalarca basına yansımış ve bu konuda Sivil Toplum Kuruluşları’nın çeşitli eylem ve etkinlikleri olmuştu. Bu tür konuların takipçisi olan hukukçuların ise hak ve adalet arayışları her zaman süregeldi. Amed Barosu Çocuk Hakları Merkezi Genel Sekteri Avukat Asye Demir de çocuk istismarı vakalarının yakından takipçileri arasında yer alıyor.

YÜZDE 700 ARTAN İSTİSMAR VAKALARI

Özellikle son yıllarda artış gösteren bu vakaların hukuki süreçlerini ve kaynağını nereden aldığını değerlendiren Av. Demir, genel olarak adli istatistik verilerin takibini yaptıklarını söyleyerek, “Sadece 2017 yılında çocuğa yönelik cinsel istismar maddesinden açılan dava sayısı 15 bindir” dedi.  Bu sayının çok vahim bir sayı olduğunu belirten Av. Demir, şunları kaydetti: “Çocuklara ilişkin istismarları ve çocuk evliliklerini 10 yıllık bir istatistiğe vurduğumuzda yüzde 700 arttığını görüyoruz. Çocuklara yönelik cinsel eylemler çok hızlı bir artış göstermektedir. Tabii bu durum medya ve çocukların ailelerine anlatmaları sayesinde daha görünür oldu. Hem görünürlük hem de istismar arttı. Görünürlüğün artmasındaki sebep, artık çocukların ve ailelerin bir şekilde adli makamlara ulaşabilmelerinden kaynaklıyor.”

VAKALARIN ARTMASINDA CEZASIZLIĞIN ETKİSİ

Av. Demir şunları ekledi: “Çocuklara cinsel istismar olaylarında faillerin kapalı kurumların dışında oldukları durumlarda, kişiler için cezaların caydırıcılığı yetmiyor. 30-40 ceza almak kişileri caydırmıyor. Ama bu olayların kapalı kurumlarda artış göstermesinin sebebi tamamen cezasızlık ile ilgili olduğunu düşünüyoruz. Çünkü kapalı kurumlarda bir kişi istismarda bulunduğunda onu denetleyen kişi ve mekanizmaların hiçbiri ceza almıyor. Bu temelinde bir cezasızlık getiriyor. Bir okuldan veya kurumdan öğretmenin, hademenin cinsel istismar uygulandığında ceza alması, onu denetleyen kişilerin yani müdürün, okul ise mili eğitim müdürlüğünün ceza sorumluluğuna gidilmediği sürece buradaki artışlar devam edecek. Aslında bu olaylardaki artışlar tamamen bundan kaynaklanıyor. Örneğin Ensar Vakfı bizim için çok vahim bir olaydı ama sadece bir kişi ceza aldı. Yine Adıyaman’da 18 tane çocuk 2 yıl boyunca cinsel istismara maruz kaldı ve sadece bunu yapan kişi ceza aldı. Dosya da kapandı. Ama orada hademeyi kontrol eden yurt görevlilerin, müdürlerin hiçbiri yargılanmadı. Bunlar yargılanmadığı sürece bu insanların bu tür eylemleri gerçekleştirmesi devam edecektir.”

‘MAHKEME SİSTEMİ, FAİL YÖNLÜ DÜŞÜNÜYOR’

Çocuğa yönelen her türlü cinsel eylemin istismar olduğunun altını çizen Av. Demir, “Fakat mahkemelerin bu davalarda istedikleri belli evraklar oluyor; ‘Şunu da yapmış mı, bunu da yapmış mı?’ gibi. Çocuk yönlü değil de, fail yönlü düşünen bir mahkeme sistemi var. Bu bakımdan sıkıntı yaşıyoruz. Ceza net ve açık olmasına rağmen en üst cezayı vermekten çekiniyorlar. Örneğin bir dosyamızda diğer dosyalarımıza kıyasla ilginç bir şekilde çok daha fazla ceza verilmişti. O dosyada mahkeme hakiminin ‘Bir çocuğun hayatına karşılık bu ceza az bile’ diyerek bizi şaşırtmıştı. Mahkemelerin genel olarak ceza vermemeye yönelik üstten bir yargılama yaptığını görüyoruz ama bazen de hakimlerin çocuk yönlü düşünerek böyle kararlar verdiğini de görüyoruz. Bu kararlar istisna olsa bile” dedi.

‘MAHKEMELERİN BİTMEK BİLMEYEN İSTEKLERİ’

Cinsel istismara maruz kalan çocukların kendilerini yalnız hissetmemesi ve bir avukatlarının olduğunu onlara göstermek için azami çaba sarf ettiklerini aktaran Av. Demir, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Çocuğa kesinlikle olayı anlattırmıyoruz. Bu işin ehli olan psikolog ve pedagoglara bırakarak onlardan bilgileri alıyoruz. Mahkeme sürecinde de çocuğu çok fazla dahil etmemeye çalışıyoruz. Çocuk zaten ilk aşamada çocuk izlem merkezinde ifadesini veriyor. Bu ifade kamera ve ses kayıt cihazlarıyla kayıt altına alınıyor. Bir CD haline getiriliyor ve mahkemeye veriliyor. Aslında bu CD’den dinleyebildikleri halde mahkeme yine de çocuğun huzurda ifade vermesini istiyor. Çocuktan dinleme isteği, mahkemelerin bitmek bilmeyen isteğidir. Biz bunu engellemeye, olabildiğince çocuğu duruşmalardan uzak tutmaya çalışıyoruz. Mahkemeyi ikna edemediysek ve zorla getirilme çıkarıldıysa çocuk hakkında, çocuk dinlendiği zaman sanığın dışarı çıkarılmasını, çocuğun beyanı bittikten sonra onun dışarı çıkarılması şeklinde çocuğu korumaya almaya çalışıyoruz. Ama bu yeterli bir korumaya değil. Çocuğun o duruşma kapılarına gelmesi, failin çekirdek ailesinden olması onun içeri girmek istemesini engelleyen bir durum olmuş oluyor. Bu anlamda da mahkemelerden duyarlılık bekliyoruz. Ama o mahkemelerin çoğu zaman yönelimi, çocuğun duruşmalara getirilmesi şeklinde oluyor.”

‘MÜDAHİLLİK TALEPLERİMİZ KABUL EDİLMİYOR’

Mahkemelerle müdahillik talepleri eksenin problemlerle yaşadıklarını söyleyen Av. Demir, “İnsan haklarını koruma ve çocuğa bir savunma yapma biçiminde bir yükümlülüğümüz olduğu için müdahillik taleplerimiz oluyor. Ama mahkemelerin baroların veya diğer STK’ların suçtan doğrudan zarar görmediğimiz gerekçesiyle bizi kabul etmiyor. Eğer aileden direkt vekalet alamadıysak dosyayı takip edemiyoruz. Vekalet ilişkimiz olmadığı taktirde de çocuğun yanında olamıyoruz. Mahkemelerle bu konuyla ilgili sıkıntı yaşıyoruz. Ancak dosyaya atanan avukatla işbirliği temelinde görüşebiliyoruz. Desteklerimizi bu yolla iletebiliyoruz. Onlarla birlikte dosyayı takip etmeye çalışmış oluyoruz” şeklinde konuştu.

SİYASİLERİN TOPLUMU YANLIŞ YÖNLENDİRMELERİ

Dönem dönem siyasilerin ya da tanınmış kişilerin söylemlerinin toplumda kimi yanlış algılara neden olduğunu belirten Av. Demir, şunları vurguladı: “Bu problemi en çok çocuk evliliklerinde yaşıyoruz. Birkaç ay önce İstanbul’da 115 hamile çocuk tespit edilmişti. Bunların hepsi 18 yaş altıydı. Bu tür konularda ‘15 yaş altındakileri bildirdik ama 15 yaş üstündekileri bildirmedik’ demek 15 yaş üstündekileri artık evlenebilirlermiş gibi bir kılıfa büründüler. Dolayısıyla toplumda da 15 yaş üstündekilerin evlenebilir gibi bir algı ortaya çıkıyor. Toplum bu konuda yanlış yapmadığını düşünmeye başlıyor. Özellikle siyasilerin ve göz önünde olanların buna çok dikkat etmesi gerekiyor. 18 yaş altındakilerin tamamı çocuktur ve onların 18 yaş öncesinde evlenmesi veya herhangi bir cinsel birliktelik yaşaması bizce kanuna aykırıdır. Her türlü şekilde de cezalandırılması gerekir.”

BAKANLIKLARIN İHMALLERİ

Son olarak Van’da ilgilendikleri 40 günlük bir bebeğin cinsel istismar sonucu öldüğü bir dosyalarının olduğunu söyleyen Av. Demir, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Bu dosyada olumlu bir karar aldık. Bebeğin annesi adli bir suçtan dolayı cezaevinde bulunuyor ve doğum izniyle dışarı çıkıyor. Çıktıktan herhangi bir tedbir alınmıyor anne hakkında. Çocuğu nerede doğuracağı, nasıl bir ortamda büyüteceğine dair hiçbir tedbir alınmıyor. Sonuç olarak annenin birlikte yaşadığı kişinin çocuğa yönelik bir istismar eylemi oluyor ve bunun sonucunda çocuk hayatını kaybediyor. Bu olayla ilgili annenin tedbirini almayan Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı ve bunun bildirimine ilişkin hükümlülüğü yerine getiren Adalet Bakanlığı hakkında mahkeme suç duyurusunda bulundu. Bu bizim için ön açıcı bir karardı. Çünkü en azından bunu takip eden kişilerin bu farkındalığın oluşması için zemin hazırlayan bir karardı. Buna benzer kararlar alabildiğimiz sürece çocuklara yönelik cinsel istismar vakalarını sonlandırabileceğimizi düşünüyoruz.”

8 Nisan 2018 Pazar

Sürücü: Sayın Öcalan’ın varlığı, özgürlüğü getirecektir

ALİ KOÇER / RİHA (URFA)

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum günü olan 4 Nisan’ın önemini ve o gün yaşananları yaşananları aktaran HDP İl Eş Başkanı Ayşe Sürücü, “Sayın Öcalan’ın varlığı ve özgürlüğü bu topraklara barış, huzur ve özgürlük getirecektir” ifadelerini kullandı.  



4 Nisan’ın anlam ve önemini, bu yıl ki kutlamaların yapılmaması için çıkarılan engelleri ve Amara’ya giden kitlenin karşılaştığı zorlukları Halkların Demokratik Partisi (HDP) Riha İl Eş Başkanı Ayşe Sürücü ile konuştuk.

‘SAYIN ÖCALAN ÇÖZÜMÜN ANAHTARIDIR’

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum gününü kutlayarak konuşmasına başlayan Sürücü, Öcalan’ın fikir, anlayış ve felsefesiyle tüm Ortadoğu halklarına yeni bir yol haritası gösterdiğini kaydetti. Öcalan’ın özellikle tüm kadınlar için önemli bir Önder olduğunu belirten Sürücü, şöyle konuştu: “Sayın Öcalan, özgür ve demokratik bir toplum yaratarak ortak, eşitlikçi ve kadın özgürlükçü bir yaşamı ortaya çıkarmıştır. O yüzden de 4 Nisan ve Sayın Öcalan özeldirler. Özellikle Sayın Öcalan, Kürt sorununun çözümü noktasında rolü en belirgin olan kişidir. Geçtiğimiz süreçlerde de bunu çok açık bir biçimde gördük. Sayın Öcalan ile İmralı Adası’nda müzakere ve görüşmeler başladıktan sonra Kürdistan ve Türkiye kan dökülmedi. Kimse ölmedi. Huzur ve barış ortamı bu topraklarda hasıl olmuştu. Zaten müzakereler durdurulduktan sonra hemen Sayın Öcalan üzerinde tecrit derinleştirildi. Aslında Sayın Öcalan şahsında bu coğrafyada barış, özgürlük ve sorunların çözümü tecrit edildi. Sayın Öcalan barış ve müzakerelerin muhatabı, Kürt sorununun da ise çözümün anahtarı olduğu için onu tecrit ettiler. Bizlerde 4 Nisan’a bu his ve açıdan bakıyoruz.”

‘ÜLKE CEHENNEME DOĞRU GİDİYOR’

4 Nisan’ın tek başına bir doğum günü olmadığının altını çizen Sürücü, şunları vurguladı: “Biz 4 Nisan’da, en çokta Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kırılması için sesimizi yükseltmek istedik. Tecridin kırılmasıyla da Sayın Öcalan ile görüşmelerin tekrar sağlanmasını amaçladık. Çünkü şu anda her dönemden daha fazla barış ve çözüme ihtiyacımız var. Gittikçe ülke bir cehenneme doğru gidiyor. Kurtuluş çözüm ve barıştadır. Bunun muhatabı da Sayın Öcalan’dır. Dolayısıyla 4 Nisan bizim için çok anlamlı ve değerlidir. Bizlerde bu çerçevede hazırlıklarımızı yaparak Halfeti’ye gidip Amara Köyüne ulaşmaya çalıştık. Ama maalesef 3-4 gündür oralardaydık ve Amara Köyü abluka altındaydı. Köye giriş-çıkışlar yasaklıydı. Köye hiç kimsenin girmesine izin vermiyorlar ve askerler geziniyorlar. Son iki gündür Halfeti ilçesine girişler de yasaklıydı. Iğdır, Ağrı, Mardin, Antep, Adana gibi Kürdistan ve Türkiye’nin çeşitli kentlerinden gelen halkımız yüzlerini Amara’ya dönmüşlerdi.  Gelen bu kitlenin hepsi Halfeti’nin girişinde saatlerce durduruldular ve geri gönderilmeye çalışıldılar. Fakat bu kitle kararlıydı ve Halfeti ilçe merkezine ulaştılar. Aslında halkımızın bunca zorluk ve baskılara rağmen Halfeti’ye varmaları bile bizim için amacına ulaşmış bir etkinliktir. Çünkü değerli bir karar ve direnişti.”

‘SAYIN ÖCALAN’IN VARLIĞI, ÖZGÜRLÜĞÜ GETİRECEKTİR’

Aralarında HDP milletvekillerinin ve kurum temsilcilerinin de bulunduğu heyet ile birlikte Amara Köyüne gitmek için hareket ettiklerinde engellemelerle karşılaştıklarını aktaran Sürücü, “Partimizin Halfeti ilçe binasında toplandık, o kitleyi de dağıtmak istediler. Bundan dolayı da milletvekili ve eş başkanlardan oluşturduğumuz bir heyet ile köye gitmeye çalıştık. Fakat yarı yolda ‘Bu köye girişler yasaklıdır!’ diyerek, kurdukları ablukadan geçmemize izin vermediler. Açıkçası ben anlamakta zorluk çekiyorum; Devlet neden bu kadar Sayın Öcalan’ın fikirlerinden ve doğum gününden korkuyor? Çünkü Sayın Öcalan’ın varlığı ve özgürlüğü bu topraklara barış, huzur ve özgürlük getirecektir. 4 Nisan’ın kalıcı bir barışa, Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kırılmasına ve müzakere görüşmelerinin başlamasına vesile olmasını diler, bu günü Sayın Öcalan’a ve tüm Ortadoğu halklarına kutlarız” dedi.

‘SAYIN ÖCALAN’A SAHİP ÇIKILMASINDAN KORKULUYOR’

Yaşanan gözaltılara da değinen HDP Riha İl Eş Başkanı Ayşe Sürücü, 9 kişinin gözaltına alındığını hatırlatarak şunları belirtti: “Gözaltına alınanlar arasında il eş başkanı ve parti ilçe eş başkanları da vardı. Onlarda 4 Nisan’da kutlamaya katılmak için köye gitmişlerdi. Bunlardan 5 kişi Mehmet Öcalan’ın evinde gözaltına alındılar. Amara Köyünde ve onun bağlı olduğu ilçe sınırlarında hiçbir açıklamaya veya etkinliğin yapılmaması için alınan bir karar vardı. Tabii bu karar yukarılardan alınmış bir karardı. Çünkü Halfeti’ye gelen tüm yollar kapatılmışlardı. Hatta Serhad illerinden gelen halkımızın bir kısmı Siverek’ten sonra geri çevrilmişler. Bir adım daha ileri gidecekleri taktirde gözaltına alınacakları yönünde tehdit edildiler. Birecik ve Viranşehir ilçelerinde durdurulanlar vardı. Yani çok katı yasaklar ve zorluklar yaşattılar bizlere. Bir cümleyle özetlersek; Devlet Kürt halkının Sayın Öcalan’a sahip çıkmasından korkuyor. O yüzden de Sayın Öcalan’ı gündemden düşürmek, onu ve Kürt halkını birbirinden koparmak, uzaklaştırmak istiyorlar.”

‘HALKIMIZ MESAJINI VERDİ’

Türk devletinin Öcalan’ın Kürt halkının arasındaki bağın koparılmasında başarılı olamayacağını söyleyen Sürücü, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Sayın Öcalan, felsefesiyle, kendini Kürt halkı başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarına kabul ettirmiştir. Devletin bunu böyle görüp, kabullenmesi gerekiyor. Her ne kadar yasaklar ve engeller koysalar da, bizler amacımıza ulaştık. Halkımız bu güne sahip çıkarak, ‘Tecrit kırılacak ve Sayın Öcalan özgürleşecek’ mesajını verdi. Partimizin Halfeti ilçe binasında açıklamamızı da yaptık.”

5 Nisan 2018 Perşembe

Evrensel gazetesi: Kürt basınının yanında olacağız


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Kürt basın kurumlarına saldırı ve baskıların sürdüğü bu günlerde Evrensel gazetesi çalışanları dayanışma çağrısında bulunarak, “Evrensel gazetesi olarak ne olursa olsun Özgürlükçü Demokrasi ve Welat gazetelerinin özelinde Kürt basınının yanında olacağız” ifadelerini kullandılar.

Özgür basın geleneğinin sembol yayınlarından olan Özgürlükçü Demokrasi ve Welat gazetesine saldırılar artarak devam ediyor. Daha önce defalarca kapatılan, bombalanan, çalışanları katledilen ve tutuklanan bu gazeteler geçtiğimiz hafta yine saldırıların hedefindeydiler. Özgürlükçü Demokrasi gazetesine ve basımının yapıldığı Gün Matbaaya kayyum atanırken, hemen akabinde de Welat gazetesi matbaalara yapılan baskı ve tehditlerden dolayı basılamamış, dağıtımını fotokopi usulüyle yapmak zorunda kalmıştı. Kürt basınının yayın organlarına yapılan bu saldırılara ilişkin konuşan Evrensel gazetesi çalışanları, Özgürlükçü Demokrasi ve Welat gazetesi ile dayanıştıklarını söylediler.

‘ KÜRT BASININA GEÇMİŞTE DE BASKI VARDI’

Evrensel gazetesi editörlerinden İnanç Yıldız, söz konusu bu baskıların yeni olmadığını belirterek, gazetecilik ve basın-yayının tüm dönemlerde iktidarlar tarafından baskı altına alındığını kaydetti. Gazeteciliğe karşı yürütülen baskıların Türkiye’deki iktidarların demokrasiye olan bakış açısıyla ilgili olduğunu söyleyen Yıldız, şöyle konuştu: “Geçmişten bugüne değerlendirdiğimizde özellikle AKP iktidarı döneminde basına yönelik baskılar daha fazla artmıştır. Önceden belki ana-akım medyada toplumsal meselelere değinen gazeteciler vardı ama şimdi baktığımızda iki kutup halinde olan, sadece havuz medyası ve muhalif medya kalmış durumda. Bu da tek sesliliği üreten bir durum oluyor. Zaten bu durumun akabinde de Özgürlükçü Demokrasi gazetesine ve basıldığı matbaaya kayyum atandı. Tabii Kürt basını bunlarla şimdi karşılaşmıyor. Geçmişte de birçok baskıya maruz kaldı. Ama tüm engellemelere rağmen bir şekilde yoluna devam ediyordu. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye’de Kürtçe yayın yapan tek gazete olan Welat, matbaaların tehdit ve baskılardan dolayı basım yapmadığı bir vaziyeti yaşıyor. Dolayısıyla bunlar muhalif medyanın ne kadar baskı altında olduğunu gösteriyor.”



MEDYANIN DİLİ

Bir gazetenin matbaalara yapılan baskılardan dolayı basımını gerçekleştirememesinin, gazetecilerin Türkiye’de içinde bulundukları durumu açıkça gösterdiğini vurgulayan Yıldız, şunları ekledi: “Muhalif basın olarak bir avuç kaldık. Yarın ya da öbür gün bizimde kapatılamayacağımızın hiçbir garantisi yok. Kaldı ki biz de her ne kadar muhalif basında yer alıyor olsak da, yine de bu baskıyı üzerimizde hissediyoruz. Bir haber yaparken uygun dili nasıl bulabilirim diye düşünmekten alamıyorsun kendini. Sonuçta anlatmak istediğimiz toplumsal meselelerden vazgeçmiş değiliz, vazgeçmeyeceğiz de. Muhalif medyanın dışında kalan medya kesimlerinin dili hepten değişmiş durumda. İktidarda kim varsa onun söylemlerinin dışında haber yapılmıyor. Bu haberler ülke demokrasisi açısından da kötü bir durum. Sonuçta beğensek de beğenmesek de basının çeşitliliği önemli bir konudur.”

‘BU ÜLKE, KAYYUMLAR ÜLKESİ OLDU’

Basın özgürlüğünün ülke siyaseti ile paralel gittiği dile getiren Yıldız, “Ülkenin durumuna baktığımızda hiç olmadığı kadar bir baskı ortamı mevcut. Bu eksende ele aldığımızda basına da ‘bendensin ya da değilsin’ deniyor. Bunları toplamda değerlendirdiğimizde de gelecek günlerde muhalif basını daha fazla baskılar bekliyor gibi. Şu anda ayakta olan muhalif basın kurumlarına da kayyumlar atayabilirler. Kayyumlar ülkesi oldu bu ülke. Bizim muhalif basın olarak hiçbir zaman toplumsal meselelerden bağımsız haber yapmadığımızı biliyorlar. Bir adli olayı bile, salt olarak olduğu gibi ele almadık. Onu toplumsal zeminde değerlendirerek haberleştirdik. Bu durumda birilerinin hoşuna gitmiyor. Ama onların baskıları bizleri yıldırmadı. Bundan sonra da yıldırmayacak ve ne olursa olsun özgür basın geleneği gazeteciliğe devam edecektir. Bizde evrensel gazetesi olarak Kürt basınının yanında olacağız” dedi.

GERİ ADIM ATTIRAMAYACAKLAR

Gazetenin muhabirlerinden Fırat Topal ise, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra ilan edilen OHAL ile birlikte basına yönelik baskıların kat be kat arttığını söyleyerek, şu değerlendirmelerde bulundu: “Bugün 200’e yakın gazeteci tutuklu. Bu da muhalif özgür basına dönük baskıların düzeyi ortaya koyuyor. Bu baskılar önceden de vardı ama Özgürlükçü Demokrasi gazetesine kayyum atanmasıyla bu baskılar zirve yaptı. Bu durum aslında bizi şaşırtmış değil. Çünkü her gün basına yönelik baskılar artıyor ve özgür basın alanı daraltılıyor. Galiba en son çözümü kayyum atamakta bulduklarını sanıyorlar. Ama bu kayyum ataması bir şeyi değiştirmeyecek. Özgür basını engelleyemeyecek. Toplumun taleplerinin dile getirilmesinin ve gerçeklerin yazılmasının önünü alamayacaklar. Geri adım attıramayacaklar.”



GERÇEKLERİ ENGELLEMEYE ÇALIŞIYORLAR

Bugün gelinen noktada Özgürlükçü Demokrasi gazetesine kayyum atanmış, Welat gazetesinin ise fotokopi olarak basıldığına dikkat çeken Topal, “Bir iktidar düşünelim ki bütün medya elindeyken birkaç muhalif gazeteden neden korkuyor. Çünkü ülkede gidişat başından sonuna hiçbir şeyin yolunda gitmediği görülüyor. Bunu toplumda görüyor. Bunların yazılmasını istemiyorlar. Gerçekleri engellemeye çalışıyorlar. Sürekli savaş söylemiyle toplumu kontrol etmeye çalışıyorlar. Savaşın bir getirisinin olmadığını topluma aktaran mecraları da baskı altına alıyorlar. Çünkü savaşın kötü bir şey olduğunu aktarmak toplumda bazı dinamikleri harekete geçirebiliyor” şeklinde konuştu.

‘GERÇEK, TEK SİLAHIMIZ’

Muhalif basından birçok kişinin ‘terör örgütü propagandası’ yaftasıyla hapishanelerde olduğunu hatırlatan Topal, bunun onlara yeterli gelmediğini söyledi. Bu gidişata ‘Dur’ diyecek küçük bir sesin bile onları korkuttuğunun altını çizen Topal, şöyle devam etti: “Çünkü gerçek, onları korkutan tek silahımızdır. Baskılar bu yüzden var. Ama bunlar bize geri adım attırmayacak. Tüm baskılar önceden denenmesine rağmen özgür basın kendini kat be kat aşarak bugünlere geldi. Ne yaparlarsa yapsınlar özgür basın geleneği gerçekleri yazmaktan geri kalmayacaktır. Teslim olmayacaktır. Bu gelenek, para ile satın alınabilir bir gelenek değil. Kayyum atamalarının ve matbaaları tehdit etmelerinin nedeni budur. Gazetecilerin tutuklanmasının hiçbir şeyi değiştirmediğini anladılar. Ama kayyumların, tehditlerin yine çözüm olmayacağını bilmek gerekiyor.”

DAYANIŞMA ÇAĞRISI

Muhalif basından çok az bir kesimin kaldığını söyleyen Topal, konuşmasını şu mesajla sonlandırdı: “Herkesin elinden geldiği kadarıyla dayanışma içerisinde olmaları gerekiyor. Çünkü günden güne azalan bir dönemden geçiyoruz. Ama biliyorum ki tek bir kişi kalana kadar bu mücadele devam edecektir. Ne olursa olsun Özgürlükçü Demokrasi ve Welat gazetelerinin yanında olacağız.”

3 Nisan 2018 Salı

Ronî: Öcalan’ın felsefesinin önlenmesi bir siyasi suikasttir


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

DBP Parti Meclisi üyesi Rifat Roni, 19 yıldır İmralı Adası’nda Sayın Öcalan üzerinde gerçekleşen saldırılar silsilesinin olduğunu belirterek, “Onun fikir, görüş ve felsefesinin önlenmesi bir siyasi suikasttir” ifadelerini kullandı.



Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum günü olan 4 Nisan’ın yaklaşmasıyla Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Tevgera Jinên Azad – Özgür Kadın Hareketi (TJA) ve Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) 3 Nisan’da Amara’ya gidişlerin olacağını duyurmuşlardı. Öcalan üzerinde ağırlaştırılmış tecridin devam ettiği bir süreçte düzenlenecek olan 4 Nisan etkinliklerinin, siyasal ve sosyal bakımdan nasıl bir rol oynayacağını, Kürt halkının bu güne bakış açısını ve tecridin onlara yansıyan etkilerini DBP Parti Meclisi Üyesi Rifat Roni değerlendirdi.

ÖCALAN’IN DÜŞÜNCELERİ GELECEĞE IŞIK TUTUYOR

4 Nisan’ı yorumlamak için özgürlük mücadelesinin tarihsel geçmişinin bilinmesi gerektiğini belirten Roni, Kürt halkının 1970’li yılara kadar gerçekliğinden, dilinden, kimliğinden, kültüründen ve özgürlüğün tadından uzak düşen bir durumda olduğunu kaydetti. “Kürt halkının özgürlük mücadelesi Sayın Öcalan’ın öncülüğünde sıfırın altından başladı” diyen Roni, şunları söyledi: “Kırık yıllık mücadele tarihi boyunca Kürt halkı gün be gün zihniyet, anlayış ve siyaset açısından bilgi sahibi oldu.  Tabii egemenler, yani Türk devletinin yetkilileri özellikle Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın görüş ve düşüncelerinin toplumun geleceğine ışık tuttuğunu gördüler. Bu düşüncelerin Kürt halkının vizyonunu geliştirdiğini gördüler. Bu gelişmeleri kendilerine bir tehlike olarak gördüler. Dolayısıyla Kürt halkının kazanımlarına saldırmaya başladılar.”

ÖCALAN ÜZERİNDEKİ SALDIRILAR SİYASİ SUİKASTTİR

Roni, şunları ekledi: “Kürt halkı, elde ettiği kazanımlara yönelik başlatılan saldırıların esasında Sayın Öcalan’a karşı başlatılan saldırılar silsilesi olduğunun farkındadır. 19 yıldır İmralı Adası’nda Sayın Öcalan üzerinde gerçekleşen saldırılar, onun fikir, görüş ve felsefesinin önlenmesi bir siyasi suikasttır. Bugün Sayın Öcalan’ın felsefe ve paradigmasıyla kurulan kurum, kuruluş ve siyasi partilerin her biri halk arasında örgütlenme ve anlayış yarattı. Bunlu HDP ve DBP şahsında somutlayabiliriz. İşte bugün tüm bunlardan dolayıdır ki bu partilerin binlerce çalışanı ve üyesi tutuklular.”

‘KÜRT HALKI, GELECEĞİNİ ÖCALAN’IN KİŞİLİĞİNDE GÖRÜYOR’

Kürt halkının on yıllardır Önderliklerinin doğduğu köye akın ettiğini hatırlatan Roni, konuşmasına şöyle devam etti: “Kürt halkı ve genelde de Ortadoğu halkları Sayın Öcalan’ın varlığını kendi varlığı gibi görüyor. Yeniden doğuş olarak görüyorlar. Dolayısıyla on yıllardır 4 Nisan bir bayram ve şenlik gibi kutlanıyor. Türk devleti, yıllar boyunca Amara köyüne akın eden insanları engellemek için çeşitli yol ve yöntemler denedi. Hatta Kürt halkının iki genci 2009 yılında Amara yolunda şehit oldu. Halkımız her 4 Nisan kutlamalarında bu gençlerini anıyor. Çünkü Kürt kendi kişiliğini ve aydınlık geleceğini Sayın Öcalan’ın kişiliğinde görüyor. Tabii sadece 4 Nisan için değil, yılın üç yüz altmış beş gününde de geçerli bir durumdur. Halkımız her daim Sayın Öcalan’ın sağlığı ve özgürlüğü için onun etrafında halka olmuştur.”

‘TOPLUM ÖCALAN ETRAFINDA KENETLENECEKTİR’

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünün, toplum üzerinde gerçekleştirilen tüm baskı ve zulümlerin dünya kamuoyunda deşifre olacağı anlamına geleceğini vurgulayan Roni, “Türk devleti bunu bildiği için onun üzerinde ağırlaştırılmış tecridi uyguluyor. Ama herkes çok iyi bilsin ki, Kürt halkı ve Ortadoğu toplumu Sayın Öcalan’ın özgür kimlik ve demokratik ulus paradigmasının etrafında kenetleneceklerdir. İnsanlığın onur ve değerlerinin koruyucusu olarak Sayın Öcalan’ı savunacaklar ve onun özgürlüğü ne gerekiyorsa yapacaklar” dedi.

‘4 NİSAN TECRİDİN KIRILMASINDA ROL OYNAYACAKTIR’

İmralı’daki tecrit ve izolasyonun gerçeklerin gizlenmesi için yürürlükte olduğunu aktaran Roni, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Kürt toplumu bugün Sayın Öcalan hakkında doğru bir bilgi sahibi değil. 4 Nisan haftasında gerçekleşecek olan çeşitli panel ve etkinlikler de tecrit konusunda dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için önemli girişimler olacaktır. Bu etkinliklere halkımızın güçlü bir katılım sağlayacağı inancındayız. Bu noktada 4 Nisan etkinliklerinin tecridin kırılmasında rol oynayacağını düşünüyorum.”



Silvan belediyesi adayları: Halk ile birlikte kararlar alacağız

ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR) HDP Silvan ilçe belediyesi adayları Naşide Toprak ve Abbas Hilmi Azizoğlu, nasıl bir belediyecilik anlay...