28 Şubat 2018 Çarşamba

Bilici: Cezaevlerinde tek tip elbise öncesi bir hazırlık var


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

İHD Amed Şube Başkanı Raci Bilici, siyasi tutsaklara dönük işkenceci uygulamaların toplumda ciddi kırılmalara ve gerginliğe yol açacağını söyleyerek, "Sanki tek tip elbise öncesi bir hazırlık ve nabız yoklama varmış gibi görünüyor” dedi.




Kürdistan ve Türkiye hapishanelerinde işkence ve kötü muamelenin ardı arkası kesilmiyor. Her geçen gün yeni bir hak ihlali gündeme geliyor. Özellikle PKK’li tutsaklara yönelik sistematik bir uygulama haline dönüşen bu işkence zincirinin son halkası Rize Kalkandere L Tipi Kapalı Hapishanesi oldu. Tutsaklar, aileleriyle yaptıkları haftalık görüşmede, gardiyanların kendilerine dönük saldırılarını ve tabi tutuldukları işkenceleri anlatmıştı. Yine Elazığ 2 No’lu Yüksek Güvenlikli ve Kırklareli E Tipi'nde de tutsaklar, Adalet Bakanlığı’ndan gelen bir genelge doğrultusunda 12 Eylül işkence yöntemlerinden olan askeri sayım dayatmalarına maruz kaldıklarını ifade etmişlerdi.

'YÜZLERİNDE YARALAR VAR'

İnsan Hakları Derneği (İHD) Amed Şube Başkanı Raci Bilici, derneklerine bağlı avukatların Rize’de işkenceye maruz kalan tutsakların aileleriyle görüştüklerini belirtti. Tutsakların, yaşadıkları işkenceleri aileleriyle yaptıkları haftalık görüşmede anlattıklarını söyleyen Bilici, şunları kaydetti: “Keyfi bir şekilde koğuşlara girilmiş. Ayağı kalkmaları, sırayı girmeleri, askeri içtima almaları ve sayım vermeleri söylenmiş onlara. Bunlara uymayanlara da kaba dayak atılarak işkence yapılmış. Yaralananlar olmuş. Biz bu meseleyle ilgili gereken tüm yazışmaları hemen yaptık ve sürece müdahil olmak istediğimizi belirttik. Elazığ’da da aynı durum söz konusu. Avukat arkadaşlarımız işkenceye maruz kalanlarla yüz yüze görüşmüşler. Tutsakların yüzlerinde yaraları varmış. Vücutlarının başkaca yerlerinde yara izleri varmış. Buna dair rapor bile almışlar. Biz Elazığ’daki konuyla ilgili raporlar hazırladık ve baro ile beraber suç duyurusunda da bulunduk.”

'HAZIRLIK VE NABIZ YOKLAMA...'

Cezaevlerinde uygulanan bu işkencelerin genel bir politika olduğunu ve yarın başka cezaevlerinde de olabileceğinin altını çizen Bilici, şu değerlendirmelerde bulundu: “Bu olanlar kesinlikle birbirlerinden bağımsız değiller. Hem Kalkandere’de hem Elazığ’da hem de diğer yerlerde bilinçli, planlı ve programlı bir yaklaşım söz konusu. Tek tip elbise ve 12 Eylül mantığını pratiğe geçirme yaklaşımını görüyoruz. Bu da ailelerin başvuruları, avukat arkadaşlarımızın ve insan hakları savunucularının cezaevlerine dönük çalışmalarında ortaya çıkıyor. Sanki tek tip elbise öncesi bir hazırlık ve nabız yoklama varmış gibi görünüyor. Çünkü durup dururken ikide bir koğuşlar basılıyor. Her baskında askeri içtima dayatılıyor, ayakta sayım isteniyor ve tekmil verilmesi yönünde baskılar yapılıyor olması yeni bir durum. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra bu tür uygulamaların ilk kez şu sıralar sık sık tekrarlanması sorunlu bir sürecin başlangıcı gibi duruyor. Bunlar ne cezaevi yönetmeliğinde ne de anayasa da yeri olmayan uygulamalar. Siyasi tutsaklara özel olarak, bilinçli bir politika olarak uygulanıyor.”

'TOPLUMDA CİDDİ KIRILMALAR YAŞANIR'

Cezaevlerinin hassas bir alan olduğunu ve dışarıdaki siyasi gelişmelerden etkilenmemesi gerektiğini vurgulayan Bilici, “Dışarıdaki politik gerginliklerin hiçbir zaman cezaevlerindeki gerek siyasi gerekse diğer tutsaklara yansıtılmaması lazım. Onlara yönelik bir baskı ve şiddet aracına dönüştürülmemeli. Şu anda dışarıdaki durum ortada; OHAL rejimi uygulanıyor, demokratik siyasetin tüm kanalları kapatılmış, Kürt siyasi hareketinin bileşenlerinden tutalım milletvekillerine, belediye eş başkanlarına ve sivil toplum temsilcileri tutuklular. Silahlı ve çatışmalı bir ortam söz konusu. Tüm bunlara bakılarak çıkarılan sonuçlar doğrultusunda cezaevlerine yönelmemesi lazım. Aksi takdirde toplumda çok ciddi kırılmalara neden olabilir. Dolayısıyla kesinlikle tek tip elbise uygulanmasından, tutsakların sürgün edilmesinden, tecritte tutulmalarından, işkence ve kötü muamelede koşulsuz vazgeçilmesi gerekir. Tutsakların kendi yakınlarıyla görüşebilecekleri mekanizmaların geliştirilmesi lazım. En önemlisi de hasta tutsakların tedavi hakları engellememesi gerekir” diye belirtti.

'GERGİNLİK KAÇINILMAZ OLUR'

Devletin cezaevi politikası karnesinin ihlaller ve karanlıklarla dolu bir geçmişe sahip olduğunu savunan İHD Amed Şube Başkanı Raci Bilici, şu ifadelerde bulundu: “Geçmişten bugüne kadar cezaevi politikalarında hiçbir sonuç elde edilemedi. Gerek ‘Hayata dönüş operasyonu’ gerekse diğer müdahalelerin hangisine bakarsak bakalım sonuçsuz kaldılar. Dolayısıyla cezaevleri konusunda başka ülkelere benzemek için atılan adımların hepsi başarısızlığa mahkûm oldu. Kaldı ki o ülkelere benzemek zorunda da değiller. Temel hak ve özgürlükleri, cezaevlerinde kalan insanların haklarını gözeten ülkeleri referans alma taraftarıyız. Türkiye devletinin böyle yaklaşması lazım. Hükûmet ve Adalet Bakanlığı insan hakları savunucularını dinlemeleri gerekir. Bu vesileyle biz, tek tip elbise uygulaması konusunda ilgili mecraları uyarmak istiyoruz. Toplumsal barışın zaten sıkıntılı olduğu bir dönemde bu sıkıntıyı daha fazla derinleştirirler. Başka türlü, eğer bu baskılar devam ederse gerginlikler kaçınılmaz olur. Bunun da kimseye bir faydası olmaz.”

DİTAM'ın çalışması sürecek


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Amed’in Sûr ilçesinde sokağa çıkma yasaklarından kaynaklı göç etmek zorunda kalan ailelerle görüşen DİTAM çalışanları, görüştükleri ailelerin hak temelli ihtiyaçlarının olduğunu belirterek, “Bu ailelerin şu anda kentin neresinde ve hangi koşullarda yaşadıklarına dair çok güncel bilgiler veya çalışmalar yoktu. Farklı gündemlerden dolayı Sur, odaklardan düşmüştü” ifadelerinde bulundular.

Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM), Amed’in Sûr ilçesinde sokağa çıkma yasaklarından kaynaklı yaşadıkları mahallelerden göç etmek zorunda kalan ailelerin temel hak ve kamu hizmetlerine erişimiyle ilgili projenin sonuçlarını geçtiğimiz hafta bir toplantı ile kamuoyuna açıklamıştı. Bu toplantıda proje kapsamında söz konusu 6 bin aileden 500’ü ile görüşmeler yapıldığı bilgisi paylaşılmıştı. Projenin saha pratiğinde yer alan DİTAM çalışanlarıyla, projenin amacını ve bundan sonrasını konuştuk.

‘AMACIMIZ MEVCUT DURUMLARINI ÖĞRENEBİLMEKTİ’

Projenin tüm aşamalarında yer alan ve sahadaki çalışmanın detaylarına hakim olan DİTAM çalışanlarından Dilan Kaya, neden böyle bir proje başlattıklarına ilişkin şu bilgileri verdi:  “Sûr’da yerinden edilme süreçlerinde sivil ailelerin vardı. Bu ailelerin hak temelli, sivil toplum ve kamu hizmetleri mekanizmalarına ne kadar ulaşabildiklerine, şu anda kentin neresinde ve hangi koşullarda yaşadıklarına dair çok güncel bilgiler veya çalışmalar yoktu. Türkiye’deki farklı gündemlerden dolayı Sûr, odaklardan düşmüştü.  Bizim de bu projedeki amacımız Sûrlu ailelerin mevcut durumunu öğrenebilmek ve nihayetinde bu aileleri Diyarbakır merkezde verilen kamu, yerel yönetim ve sivil toplum hizmetlerine yönlendirebilmekti. Ailelere giderken onların hem sosyo-ekonomik hem de aile yapılarını analiz edebilmek için bu proje kapsamında yaptığımız bir anket ile gitmiştik. Bu sürece başlamadan önce bir erişim haritası hazırladık. Kent merkezimizde verilen hizmetleri belirli bir sistematikle kitapçığa döktük.”





Ailelere gitmeden önce onları arayıp kim olduklarını ve neden böyle bir projeyi çalıştıklarına ilişkin bilgiler verdiklerini söyleyen Kaya, “Onlara gitmekte ki amacımızın ne olduğunu bir ön bilgilendirme olsun diye anlattık. Kendilerinden randevu ve izin talep ederek görüşmeler yaptık. O yüzden sahadaki çalışmamız, ailelerin ne yaptığımızı bildiği ve bu alanda ihtiyaca göre onları ilgili kurumlara yönlendirmeler üzerinden gerçekleşti” dedi.

PROJE ÜÇ DİLDE KİTAPLAŞTIRILACAK

Projeyle ilgili bulguları bulma aşamasının bittiğini ama 6 bin aileden 500’ü ile görüşüldüğü için bu sayının az olduğunun altını çizen Kaya, konuşmasına şöyle devam etti: “Ailelerle görüşme alanındaki çalışmalar temel verilerin ortaya çıkması için devam etmesi lazım. Tabii sonuç olarak basmayı düşündüğümüz kitabın tasarımı nisan ayında başlanacak ve Kürtçe, Türkçe ve İngilizce olmak üzere üç dilde çevirileri olacak. Kitap basıldıktan sonra DİTAM’ın hakim olduğu veya kurumsal yapı olarak yetemediği alanlarda başka kurumların devreye girmesini sağlayacağız. Örneğin bu ailelerin kadın ve çocuk fertlerini psiko-sosyal desteğe ihtiyacı var ama bu DİTAM’ın alanı değil. Bu alan ile ilgili çalışma yürüten sivil tolum örgütleriyle ve kamu yapılarıyla bir araya gelebilecek ortamlar yaratmaya çalışıyoruz. DİTAM’ın burada üstlenebileceği çalışma alanı hak temelli konular olabilir. Bu ailelerin temel hakları olan barınma, eğitim ve sağlık hakları bir hak değil de bir lütufmuş gibi bilmeleri, bu haklar istenirse alınır istenir verilir bir ilişkin üzerinden kurgulamaları onları hak temelli mekanizmalara yönlendirmemizi sağlıyor.”

PROJE AB’YE YÖNLENDİRİLECEK

Yürüttükleri çalışmanın sonuçlarını belirli odak gruplarıyla birebir paylaşıp ne yapabileceklerini konuşmak istediklerini aktaran Kaya, “Bu konu tek başına bir kurumun ele alabileceği bir konu değil. Çok daha toplumsal ve karmaşık bir yapı gerekiyor. O yüzden raporu elde ettiğimiz aşamadan sonra ilgili kurumlarla görüşüp bu konuyu bir daha gündemde tutmak gerekecek. ‘Ortak ne yapabiliriz’ toplantıları nisan ayından muhtemelen daha da artarak devam edecek. Çünkü raporun üç dilli basılmasında ki amaç da gönderilebilecek ve etki kurabilecek alanları artırmak olacak. İngiltere Büyükelçiliği’nin desteğiyle yapılan bir projeydi ve muhtemelen İngiltere’de bu alanlarda çalışan kurumlara ve Avrupa Birliği’ne yönlendirilecek. Ama en temelde bu kentteki bir sorunu yine bu kentteki paydaşlarla, yani ekonomi, kadın, sivil toplum ve benzeri alanlarla paylaşmak öncelikli hedefimizdir” dedi.

‘AİLELERİ İLGİLİ KURUMLARA YÖNLENDİRDİK’





Kendi projelerinin daha önce buna benzer çalışmalar yapan diğer kurumların projelerinden en yenisi olması nedeniyle güncel verilere sahip olduğunu vurgulayan DİTAM çalışanı Ebru Demir ise, şunları dile getirdi: “2 yıldan sonra böyle bir çalışmanı yapılması en temel farklardan biriydi. Bütün STK’lar kendi çalışma alanlarıyla ilgili çalışmışlardı. Kimisi çocuklarla psiko-sosyal destek çalışması, kimisi kadınlarla ev ziyaretleri yaparak onların durumunu açığa çıkaran çalışmalar yapmıştı. Bizim çalışmayı besleyen daha çok yönlendirme içerikliydi. Biz çalışmaya başlamadan önce birçok kuruma gidip yüz yüze görüşmeler sağladık. Böyle bir çalışma yapacağımızı ve ihtiyaca göre bize hangi hizmetleri verebilecekleriniz sorduk. Bu kapsamda görüştüğümüz birçok kurum üzerinden aileleri yönlendirdik. Bizim çalışmanın en temel farkı buydu.”

AİLELERİN TALEPLERİ VAR




Görüştükleri ailelerin bu çalışmaya olan yaklaşımlarına değinen bir diğer DİTAM çalışanı Ruşen Yakut, aileleri ziyaret etmeden önce izin alarak gitmelerine rağmen bazı ailelerin onlara karşı güven problemi yaşadıklarını ve çekinceli davrandıklarını belirtti. Bu çekingenlikten dolayı güven ilişkisini kolay kuramadıklarını anlatan Yakut, “İlişki kuramadığımız ailelerin sayısı çok azdı. Ailelerin bir bilgiye ihtiyaçları olması nedeniyle bizi karşılarken gayet ılımlı bir yaklaşım içerisindeydiler. Onlara ev ve eşyalarıyla ilgili sunulan koşulları yeterli görmemelerinden dolayı biz onlar kimi kurumlara yönlendirdik. Biz genelde görüşmeleri kadınlarla yaptık. Kadınlarında bizler talepleri kendileri ve çocukları için psikolojik destek, eşleri için de ekonomik sorunlarını giderecek olan iş talep etmeleriydi” şeklinde konuştu.

19 Şubat 2018 Pazartesi

İktisatçı Katırcıoğlu: Efrîn savaşının faturasını halkımız ödeyecek


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Efrîn’e yönelik askeri saldırıların ekonomik maliyetini Türkiye halklarının ödeyeceğini belirten İktisatçı Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu, “Halkımız bu savaşın faturasını ya enflasyon vergisi olarak ya da bizzat yüksek vergiler olarak ödemek zorunda kalacaktır” ifadelerin bulundu.




Türk devletinin Efrîn’e yönelik askeri saldırılarının Türkiye halklarına ekonomik açıdan faturasının nelere mal olacağını ve iç-dış ticaretin bundan nasıl etkileneceğini İktisatçı Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu ANF için değerlendirdi.   

‘SÜRE UZADIKÇA MALİYET DE ARTACAK’

Böyle bir operasyonun maliyetsiz veya çok önemsenmeyecek kadar bir maliyetinin olmasının söz konusu olmadığını söyleyen Katırcıoğlu, bazı bakanların da bu yönde demeçler verdiğini hatırlatarak, şöyle konuştu: “Maliyet denince operasyonun bir kendi maliyeti var, maddi ve manevi olarak; bir de operasyonun ekonominin geneline ilişkin yaratacağı maliyetleri var. Öyle görünüyor ki operasyonla ilgili söz edilen süre tahminlerden daha uzun olacak. Bu da operasyonun bizzat kendisinin de yüksek maliyetli olacağını gösteriyor. İkinci olarak eğer bu operasyon ABD ile ya da Rusya ile şimdiye dek olan ilişkilerin zarar görmesine yol açacak olursa asıl büyük maliyet o zaman kendini gösterecektir. Çünkü dünyanın bu süper güçlerinin herhangi birisiyle yaşanacak bir siyasi gerginlik operasyonun kendi maliyetinin de ötesinde bir maliyet yaratabilir.”

‘TÜRKİYE HALKARINA FATURASI AĞIR OLACAK’

Bir yandan yüzde 11'lere dayanmış enflasyonun kontrol edilmesi gerekliliği öte yandan 50 milyar dolar civarında bir dış açığın olduğu bilgisini veren Katırcıoğlu, şöyle devam etti: “Bir o kadar da bütçe açığının olduğu bir ekonominin döndürülmesi giderek zorlaşır. Gelişebilecek böyle bir durumun Türkiye halklarına faturasının ağır olacağını düşünüyorum. Çünkü bütün bu türden maliyetlerin genel olarak toplum tarafından ödendiği gibi bizde de böyle olacak ve bu olası yüksek maliyeti de halkımız ya enflasyon vergisi olarak ya da bizzat yüksek vergiler olarak ödemek zorunda kalacaktır. Tabii bunlar olasılıklar. Gönül ister ki hükümet bir an önce bu işten vazgeçip sorunu barışçı bir biçimde çözer.”

SAVAŞI, SAVAŞ EKONOMİSİ KAZANIR

Farklı halkların bir arada barış içinde yaşayabilmesinde en önemli faktörlerden birinin ekonomik ilişkiler kurmak olduğunun altını çizen Katırcıoğlu, “Bu nedenle de özellikle Güneydoğu’da, Irak'ta ve Suriye'de yaşayan Kürtlerle zaten akrabalık ilişkileri içinde bulunan Türklerin burada iktisadi ve ticari ilişkiler geliştirmesinin hem Türklerin ve hem de Kürtlerin yararına olacağına inanıyorum. O nedenle de ben bu savaş halini doğru bulmuyorum. Ayrıca basından okuduğumuz kadarıyla savaş, savaş araçlarıyla yapılıyor ve Türkiye bu araçlar bakımından kendi kendine yeter bir ülke değil. Kürtler ise zaten değiller. O zaman bu savaştan ekonomik olarak dünyada bu araçları üreten uluslararası şirketler ve devletler yararlanmış oluyor. Ama bu durum yalnızca bu savaşla ilgili değil, dünyanın bütün savaşlarında savaş aletlerini yapan şirketler ve devletler kazanır. Bu çok açık bir gerçekliktir” dedi.

‘YANLIŞ HESAP BAĞDAT’TAN DÖNER’

Kürdistan ve Türkiye’deki ticari kuruluşların ayakta duramaması durumunu da ele alan iktisatçı Katırcıoğlu, şunları belirtti: “Bence bu durumu hükümet de görüyor. Ama yapacağı çok bir şey yok. OHAL rejimini 2019 seçimlerine kadar sürdürmek zorunda. Şu anda benim gördüğüm, içeride; ekonomik olarak da siyasi olarak da OHAL'den olumsuz etkilenen kesimler var. Bunların yurtdışına gidebilme becerisi gösterenleri ya gitti ya da gidecekler. Ama hükümet içerideki bu huzursuzluğu, Suriye’de (ve özellikle de Kürtler üzerinden) yarattığı bir milliyetçilikle aşabileceğini düşünüyor. Doğrusu eğer yayınlanan bazı kamuoyu araştırmaları gerçeği yansıtıyorsa, hükümet bu desteği de bulmuş görünüyor. Ama sonuç olarak şunu söyleyeyim ki bu hesapların çoğu yanlış ve yanlış hesaplar da şu ya da bu vadede, özdeyişte olduğu gibi, Bağdat'tan dönecektir. Bundan kuşkum hiç yok.”

17 Şubat 2018 Cumartesi

HDP'li Toğrul: Halkta biriken bir öfke var


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Efrîn’e yönelik işgal neredeyse bir ayını doldurmak üzere. Türk devletinin havadan ve karadan yürüttüğü saldırıları birçok sivilin hayatına mal olurken, öte yandan da Kürt siyasi hareketine dönük gözaltı ve tutuklama furyası her geçen gün boyutlanıyor. Efrîn saldırısına ilişkin en küçük bir fikir beyanı dahi baskı altına alınıyor. Siyaseten ve hukuken yasal olan haklar yok sayılmaya devam ediliyor. Tüm bunların yanı sıra Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat Uluslararası Komplo ile Türkiye’ye getirilmesinin 19. yılı geride kaldı. 19. yılında Öcalan ile temassızlığın Efrîn saldırılarıyla daha da tırmanan savaştaki handikaplarını ve partilerinin programını Halkların Demokratik Partisi (HDP) Dîlok Milletvekili Prof. Dr. Mahmut Toğrul ile konuştuk.




HALK, TÜRKİYE’NİN BAHANELERİNİN FARKINDA

Efrîn’e saldırıların yönetildiği Hatay ve Kilis’e komşu kent olan Dîlok’un HDP Milletvekili Toğrul, bölge halkının bu işgale ilişkin tavrını aktardı. Toğrul, halkın Suriye iç savaşının başlamasından beri tek bir çatışma bile yaşanmayan kentin Efrîn olduğunu bildiğini belirterek, şunları söyledi : “Efrîn, Suriye’de çatışma yaşanan yerellerden kaçıp sığınılan yegâne güvenli yerleşim alanıdır. İnsanların ölmemek için IŞİD ve türevi cihadist örgütlerden kaçarak huzurlu ve barış ortamı olarak sığındıkları bir kent. Dolayısıyla bölge halkı Efrîn’e yönelik tehdit algısına kapılmış değiller. Türkiye’nin saldırı için bahane yarattığının bilincindeler. O yüzden bu işgali ÖSO ve diğer cihadist gruplara alan açabilmek için başlattıkları bir harekât olarak görüyorlar. Ayrıca Antep ve Efrîn’dekiler birbirleriyle akrabadırlar. Bir sınır koyarak ilişkilerini koparmış olamazlar. Bundan kaynaklı da kendilerine yapılan bir saldırı gibi algılıyorlar. Ve bu işgali ilerde kendilerine farklı bir şekilde döneceğini düşünüyorlar. Şöyle ki; Erdoğan bir yandan da kamuoyuna ‘Biz Efrîn’e, Türkiye’deki 3,5 milyon mülteci sorununu çözmek için giriyoruz’ propagandası yapıyor. Ve bu gerekçenin hiçbir geçerliliğinin olmadığı Antepli, Hataylı ve Kilisliler çok iyi biliyorlar. Çünkü Efrîn göç eden kimse yok. Velev ki sen buradaki mülteciyi Efrîn’e göndersen de, onlar için fark eden bir şey olmayacak. Yabancı bir yere gitmiş gibi olacaklar.”

Türkiye’nin hedefinde herhangi bir Kürt örgütünün olmadığını söyleyen Toğrul, “Mesele YPG ya da PKK ile bitmiyor. Kürtler bir bütün olarak hedefe alınmış durumdalar. Efrîn’de olup bitenleri günübirlik yakinen takip ediyoruz. Orada katledilenlerin Kürt olması yeterli oluyor” dedi.

HALKTA BİRİKEN BİR ÖFKE VAR

Efrîn’e saldırıların devam etmesi durumunda çok ciddi sonuçların ortaya çıkacağının kaygısını taşıdığını dile getiren Toğrul, “Böyle giderse Türkiye, Suriyeleşecektir. Etnik, dinsel ve mezhepsel çatışmaların zemini yaratılıyor. 1978’lerin Maraş’ı her an tekrarlanabilir. O zaman da bu savaşın faturasını sadece Kürtler değil, tüm halklar ve toplumsal tabakalar ödemek zorunda kalacaktır. Bugün belki AKP-MHP faşizmi herkes hapishanelere atarak, insanları sindirerek sorunları çözdüğünü düşünebilir ama yarının ne olacağı hiç belli değil. Biriken bir öfke var ve bir an da patlaması hiç kimseyi şaşırtmasın. Tayyip Erdoğan ‘Yüzde doksan benim savaş ve işgal politikama destek veriyor’ demesin çünkü derhal bütün bunlar tersine dönebilir. Örneğin, Romanya diktatörü Çavuşesku linç edildiği akşamın gündüzünde bir milyon kişiye sesleniyordu. Tabii biz kimsenin linçe maruz kalmasını istemiyoruz. Aklıselimin devreye girmesi lazım” dedi.

CHP TUTARSIZ DAVRANIYOR

Ana muhalefet partisi CHP’nin de Efrîn işgaline ilişkin tutumuna değinen Toğrul, “Bir taraftan 1920’lerin ulus devlet anlayışını bağrında taşıyan CHP bir taraftan da gerçekten demokratik ölçülere sahip olan seçmen tabanı iki paradigma şeklinde çatışıyor” değerlendirmesinde bulunarak şunları ekledi: “CHP’yi yöneten derin akıl tabanla ters duruyor. Bu derin ile yönetilen CHP, Tayyip Erdoğan buna yaptığı zulmü hâlâ devlet politikası olarak görüyor. Ya da burada şikâyet ediyor, Avrupa’ya gidince de ‘devletimiz söz konusu’ diyor. Bir yandan Türkiye’nin yaşadığı tüm sıkıntıları hükümetin Suriye dış politikasına bağlıyor, diğer yandan Suriye’ye sınır ötesi askeri saldırı tezkeresini onaylıyor. Bu tutarsız ve kafalarının net olmaması ulus devlet anlayışının parti yönetimine hakim olması ve parti tabanının bundan daha ılımlı ve ayrık düşünmesinden besleniyor. Demokratik kitle partilerinde farklı düşünceler olur ama temel olarak oy verenlerini ve yönetenlerini bir arada tutacak olan bir paradigma olur. CHP’de bu yok.”

ÖCALAN ORTADOĞU HALKLARINI ETKİLİYOR

Kürtlere dönük topyekûn savaş planında ve yürürlüğünde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile yaşanan temassızlığın etkisi olduğunu savunan Toğrul, konuşmasına şöyle devam etti : “Sayın Öcalan’ın sadece Kürtleri değil, tüm Ortadoğu halkları üzerinde tesiri olduğunu biliyoruz. Onun üzerinde sürdürülen bu tecrit politikası da, ola ki mevcut kaotik ortama barışçıl yöntemlerle müdahale etmesini engellemek amacını taşıyor. Aslında bu tecrit politikası, savaş istemenin bir başka adıdır. Hepimiz biliyoruz ki çözüm süresinde Sayın Öcalan’ın çok büyük bir emeği ve çabası oldu. Tecrit, Sayın Öcalan’ın hedefinin bir halklar kardeşleşmesi, Erdoğan zihniyetinin ise bunun tam tersi çalıştığının somut göstergesidir.”

TEK ÇÖZÜM HAKLLARIN KARDEŞLEŞMESİ

Türkiye’nin savaş politikalarına ve OHAL’e karşı herkesin güçlerini birleştirmesi gerektiğinin altını çizen Toğrul, konuşmasının sonunda şu çağrıda bulundu: “Demokrasi ve insan hakları ekseninde topyekûn savaşa karşı topyekûn bir barış bloğu örmeleri lazım. Bunun adının ne olacağının bir önemi yok. En azından seslerini ve hareketlerini birleştirmeleri gerekiyor. Türkiye halkalarının Efrîn işgalini kendi akrabalarına bir saldırı olarak görmeli. Dolayısıyla halkların kardeşleşmesi lazım. Tek çözümün bu olduğunu düşünüyorum ve ümit ediyorum.”

'Savaşın faturasını herkes öder '


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Yenişehir Semt Pazarı Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Hacı Veysi Danış, pazarlardaki seyyar esnafın ve tüketicilerin durumlarının feci bir noktaya doğru ilerlediğine dikkat çekerek, “Savaş ortamından dolayı piyasa gittikçe kötüleşiyor. Bunun faturasını herkes ödemek zorunda kalacak” dedi.



Türk devletinin ‘çözüm sürecini’ sonlandırarak başlattığını savaş ortamında Kürdistan ve Türkiye’de ekonomik grafik giderek olumsuz bir noktaya doğru seyir izliyoruz. AKP hükümetinin savaşa bütçe ayırmasından ve siyasi gerginliklerden kaynaklı özellikle dar gelirli ailelerin sokaktaki alışverişi olumsuz etkileniyor. Kürdistan illeri, kuşkusuz bu olumsuz etkilerin yoğunlukta yaşandığı coğrafyaların başında geliyor. Semt pazarlarının neredeyse yok denecek kadar az rağbet gördüğü Amed’de de aynı sorun söz konusu. Amed’in merkez ilçesi olan Yenişehir Semt Pazarı Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Hacı Veysi Danış, savaş ortamının pazar esnafına ve tüketiciye nasıl yansıdığını anlattı.





Pazarlarda alışverişin oldukça düştüğünü ve durumun feci bir noktaya vardığını söyleyen Danış, 2012-2015 arasındaki dönemin çok daha farklı olduğu değerlendirmesinde bulundu.  Danış, o dönemde huzur ve refah ortamının hâkim olduğunu hatırlatarak, “İnsanlar korkusuzca dışarı çıkıp alışveriş yapabiliyorlardı” dedi. Şu an ki durumun tam tersi bir durum olduğunu belirten Danış, şunları söyledi: “Şu an savaş var ve gün geçtikçe tırmanıyor. Bu da halka yansıyor. Bunun dışında bir de tekelleşmenin etkisi var. Savaşın yarattığı ekonomik boşluğu doldurmak için hükümet piyasayı parasal anlamda yetkin olan iş insanlarının insafına terk etmiş durumda. Özellikle alışveriş merkezleri ve büyük marketler küçük esnafın ve bizim gibi işportacıların bitmesini amaçlıyorlar. Örneğin, bugün baktığımızda her gün bir AVM açılıyor. Ya da hükümete yakın olan A101 gibi marketlerin şube sayısı 7 bine ulaşmış durumda. Dolayısıyla bunlar bizi çok etkilemiş oluyor” dedi.  

Dolar üzerinden pazarlara sürülen ürünlerin tüketicilerine Türk lirası üzerinden asgari ücret verildiğine dikkat çeken Danış, şunları kaydetti: “Pazarlarda fiyatlar harcanan mazota bağlı olarak dolara göre belirleniyor. O yüzden de fiyatlar giderek artıyor. Çünkü mazotun fiyatı her gün artıyor. Ama öte taraftan tüketicinin durumuna baktığımızda içler acısı. İşçi insan asgari ücret alıyor ve ay başını zor getiriyor. Bunu pazarlardaki sirkülasyondan anlamak zor değil. Eskiden hafta en az bir kez alışverişe çıkanların ezici çoğunluğu şimdi iki haftada bir geliyor pazara ve yine ağırlıkta alışveriş yapıyor. Madem yaşamın tüm girdisi çıktısı dolar üzerinden oluyor o zaman hükümet asgari ücreti de dolar üzerinden versin. Vatandaşın maaşı pazarda alışveriş yapmaya yetmiyor. Yani bu şu demek oluyor; Emekçi bir aile ayın çeyreğini, belki de yarısını aç geçiyor. Durum böyle olunca pazarcının da ürünü ortada kalıyor. Çürüyor, çöpe gidiyor.”




Pazarların neredeyse yarısının tezgâh kapatan seyyar esnaflar enkazına dönüştüğünü dile getiren Danış, “Esnaf eskiden pazarda yer bulamazken şimdilerde tezgâhlarını kapatıyorlar. Bekçilik, inşaat gibi sermayesi olmayan işlerde çalışmaya başlıyorlar. Çünkü pazarda devam ederlerse ya bir sürü borcun altına girecekler ya da açlık sınırında debelenerek yaşamaya devam edecekler. Piyasa gittikçe kötüleşiyor.  Dolayısıyla devlete buradan çağrıda bulunmak istiyoruz. Savaşa bir an önce son verip, barış ortamı sağlamalılar. Huzur ve sükuneti hâkim kıldıkları sürece halkın da esnafın da yüzü gülecektir. Aksi taktirde süreç hiçte olumlu bir yere gitmiyor ve bunun da faturasını herkes ödemek zorunda kalır” dedi.


12 Şubat 2018 Pazartesi

‘Zihinlerdeki bölünmüşlük ortadan kalkmalı’


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Kürtlerin ulusal birliğini sağlamak için dört parça Kürdistan’daki siyasi oluşumların içinde yer aldığı ve uzun zamandır yürütülen Ulusal Kongre çalışmaları, Efrîne’e yapılan askeri saldırılarla birlikte tekrar gündeme geldi. Kürt halkına dönük geliştirilen her saldırıda, ulusal birliğin resmî bir statüye kavuşmasının ne kadar elzem bir konu olduğu birliğin bileşenleri tarafından saptanmıştı. Efrîn’e saldırıların yoğunlaştığı bu süreçte ulusal birliğin Kürt halkı bakımından önemini, yaratacağı kazanımları, Ulusal Kongre çalışmalarının ne aşamada olduğunu ve Güney Kürdistan yönetiminin tutumunu Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı ve Ağrı Milletvekili Berdan Öztürk ANF’ye değerlendirdi.




Ajansımızın kendisiyle yaptığı söyleşide soruları yanıtlayan Öztürk, Kürtlerin ulusal birliklerini sağlamaktan başka bir şanslarının olmadığını vurgulayarak, “Halkımız nezdinde bir parçalanma söz konusu değil. Önemli olan zihinlerdeki bölünmüşlüğün ortadan kalkmasıdır” dedi.

ULUSAL BİRLİK, BİLİNCE ÇIKMALI

- Kürtler arasında kalıcı bir statünün gelişmesi için süregelen ‘ulusal birlik’ tartışması var. Bununla ilgili defalarca toplantılar yapıldı. Özellikle kimi tarihler bu statünün sağlanması için yakıcı gerekçeler olmuştu; Kobanê, Kerkük, Rojhilat ayaklanması ve son olarak Efrîn. Tüm bunlara rağmen Ulusal Kongre’nin olgunlaşamamasının nedenleri nelerdir?

Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan da ulusal birliğin önemini çoğu kez vurguladı. 2013’te bununla ilgili kimi çalışmalar oldu, belli bir aşamaya da geldi ama ne yazık ki yine gerçekleşemedi. Bunun nedenini de aslında kongrenin toplanması için bir araya gelen siyasi partilerin farklı ideolojik ve politik tutumlardan kaynaklı olarak belirlemek gerekir. Bizlerde, bu yüzden bu birliği halkımız arasında gerçekleştirmek için çaba sarf etmememiz gerekiyor. Çünkü halkımız nezdinde bir parçalanma söz konusu değil. Önemli olan zihinlerdeki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak. Bugün siyasi partilerin farklı bir ideolojileri, düşünceleri, sistem kurma anlayışları ve buna paralel olarak mücadele hatları olabilir ama içinde bulunduğumuz gerçeklik bir daha göstermiştir ki Kürt halkı nerede olursa olsun ortaya bir irade koyduğunda hep saldırıya uğramıştır. Mesela Güney’deki referandum öncesinde Türkiye hükümeti ile Güney hükümeti arasında çok samimi ilişkiler söz konusuydu. Ama ne zaman ki referandum kararı alındı, Türk hükümetinin Güney halkımıza ciddi manada aşağılayıcı hakaretleri ve tehdit söylemleri oldu. Bu, ilişkileriniz ne kadar iyi olursa olsun, iradenizi beyan ettikten sonra çok kolay Türk hükümetinin gazabına uğrayacağınız anlamına geliyor. Dolayısıyla ulusal birliğin gerçekleşmesi için öncelikle Kürt halkında ulusal bir bilincin oluşması gerekiyor. Çünkü biliyorsunuz ki referandum tartışmaları sürerken ve sonuçlandığında Kürdistan’ın sömürge olduğu dört devlet arasında bir söz birliği oldu ve aynı tehditler dile getirildi. Referandumun sonuçlarını boşa çıkarmak için kendi misyonlarına denk düşecek biçimde ağız birliği yaparak, Kürtlerin iradelerini hiçe saydılar. Bunu yadırgamak için de söylemiyorum. Zaten onlardan beklenen de bu.

Böyle bir durum karşısında bize düşen de bir birliktelik oluşturabilmemiz. Bizim de tek vücut olabilmemiz. İşgalci ve emperyal anlayışlara karşı ulusal birlik temelinde cevap olabilmemizdir. Belki her konuda anlaşamayabiliriz fakat mesela ulusal değerlerimize saldırı olduğunda birlik ve beraberliğimizden ödün vermemeliyiz. Bugün Efrîn’de de aynı durum söz konusu; Kürtlerin statülerine dönük saldırılar yapılıyor. Uzun zamandı böyle bir hazırlıkları vardı. Efrîn’den, genel olarak Kuzey Suriye Federasyonu’ndan Türkiye’ye en küçük bir tehdit bile yokken, ‘Biz kendi sınırlarımızı savunuyoruz’ adı altında Efrîn’e saldırarak işgal girişiminde bulunmaları, ‘Kürt hiçbir yerde bir çakıl taşına bile sahip olmasın’ anlayışının dışavurumudur. Kürtlerin de bu saldırılara karşı demokratik temelde bu dört parçada birden ses olabilmesi için ulusal birliğin önemini bilince çıkarmaları gerekiyor. Bu birliği sağlamakta bizim en büyük sorumluluğumuzdur.

GÜNEY REFERANDUMU TÜM KÜRDİSTAN’I ETKİLEDİ

- Güney’deki referandumdan bahsettiniz. Referandum sürecinin bir bütün olarak ulusal birliğe nasıl bir etkisi oldu?

Biz daha öncede dile getirdik. Referandumun yöntemi doğru değildi. Oradaki bir sonuç diğer üç parçayı da etkileyecektir ki etkiledi de. Halkımızın iradesine sonuna kadar saygılıyız. Bu konuda hiçbir tereddüdümüz olmaz zaten. Fakat o iradeyi sahiplenme noktasında bir problem yaşadın mı o problem üç parçadaki Kürtleri etkiler ve moralsizliğe itiyor. Nihayetinde Kerkük Kürtlerin elindeyken şu an’da öyle değil. Bu sadece Güney’deki halkımızın değil diğer parçalardaki halkımızın da motivasyonunu etkiledi ve onurunu zedeleyecek bir durum haline geldi. Bir karar alındığında iyi tartıp-ölçüp, zamanlama ve sahiplenme koşullarını isabetli bir biçimde ayarlamak gerekiyor. Ama tüm bunlara rağmen kimi derslerin çıkarıldığına inanmak istiyorum. Kimseye güvenilmediği, sadece özgücüne dayalı hareket edildiği zaman çok farklı sonuçlara varıldığını da gördük. Örneğin, Kerkük’te bayrak indirildiğinde Rakka’da bayrak çekildi. Rakka’daki kendi özgücüne güvenin sonucuydu. Taktiksel ortaklıklar olabilir ama siz kendi özgücünüze güvenerek hareket ediyorsanız vardığınız sonuç hüsran olmaz. Güney’deki durumda Amerika’ya güvenmekle ilgiliyi. ‘Biz müttefikiz, Amerika yanımızdadır, bizi yalnız bırakmaz’ diye düşünüldüğü için ortaya böyle bir sonuç çıktı. Bu açılardan baktığımızda etkilerini böyle sıralayabiliriz.

EFRÎN’E SALDIRI, HEWLÊR’E SALDIRIDIR

- Geçtiğimiz günlerde Mesut Barzani’nin Efrîn ile ilgili ‘Oraya peşmerge göndermek sorunu çözmez’ şeklinde nispeten mesafeli bir açıklaması oldu. Ulusal birlik ve Ulusal Kongre’nin tartışıldığı bu ortamda bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bakın oraya Efrîn olduğu için saldırılmıyor. Ya da Kobanê’ye saldırılar olduğunda Kobanê olduğu için değildi. Amaç Kürtlere, Kürt varlığına yöneliktir. Kürdün kendi tarihine, geçmişine, varlığına sahip çıkmasıyla alakalıdır. Bunu yok etmeye çalışıyorlar. Böyle bir durumda ‘Biz savaşa karşıyız’ demekle sorumluluk alınmış olmuyor. Bizde savaşa karşı olduğumuzu her zaman söylüyoruz. Sorunların dönüp dolaşıp çözüme kavuşacağı yer masadır. Buna kimsenin bir itirazı yok. Fakat şu an’da bir saldırı söz konusu. Bu saldırının amacının tamamen Kürt düşmanlığı üzerinden gerçekleştiğini de biliyoruz. Peşmergeyi gönderip göndermemek kendi taktirleridir. Fakat Efrîn’e saldırının Amed’e, Hewlêr’e, Kerkük’e ve Mahabad’a saldırı olduğunu bilerek hareket etmek ve tepkilerini de buna göre ortaya koymaları gerektiği inancındayım ben. O açıdan bunu iyi kavrayıp, günübirlik anlamda değil de ileriye dönük etkilerini de hesaba katarak değerlendirmeler yapmak pozitif bakımdan kazanımları olacaktır. Bunun dışındaki tutumlar içerisindeler olanlar kendi sonlarını getirecektir. Çünkü Kürt halkı artık belli bir örgütlülük düzeyi olan noktaya geldi. Neyin ne olduğunu anlayacak politik kimliğe sahiptir ve bu anlamda da biz öncülük yapan siyasetçilere de düşen görev var olan o duygusal birlikteliği kalıcı hale getirmektir. Bu tür açıklamaları yaparken olaya sadece Efrîn üzerinden değil, Kürtlerin kimliğine yapılan bir işgal olarak değerlendirip yapılması gerektiğini düşünüyorum.

AKP GERÇEKLİĞİNİN FARKINA VARILIYOR

- Ulusal birliğin somut ve statü kazanmış hali olan Ulusal Kongre için bir takım çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar ne aşamada?

Geçtiğimiz Aralık ayının 24’ünde bir toplantı yapıldı. Sadece siyasi partilerden oluşan bir toplantı değildi. Entelektüel, akademisyen, farklı inanç ve düşüncelerden Kürtlerin katıldığı bir toplantıydı. Kimi verimli tartışmalar yürütüldü. Yirmi kişilik bir komisyon kuruldu. Bu komisyon kendi içerisinde inisiyatif anlamında bazı arkadaşları seçtiler. Çalışmalar ve görüşmeler dar tutulmadan devam ediyor. Yazar, şair, din insanı, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve kanaat önderleri gibi Kürtlerin farklı kesimleriyle bir araya geliniyor. Efrîn gündeminin olumlu bir etkisi oluyor bu görüşmelerde. AKP’ye oy veren Kürtler de artık AKP gerçekliğinin farkına varıyorlar. Sistemin iyi ve kötü Kürt politikasının yıkıcı yanlarını görüyorlar. Amacın HDP, DBP’li değil de bir bütün Kürtlerin imha ve inkarına yönelik olduğunu görüyorlar. Bizimde tüm Kürtlerin görüşünü alma çalışmalarımız devam ediyor.

HERKES EFRÎN’E SAHİP ÇIKMALI

- Ulusal Kongre’nin gerçekleşmesi için bir araya gelen bileşenlere bir çağrınız var mı?

Kongre toplandıktan sonra her şey bitmiş olmayacak. Bunun altını çizmek lazım. Ulusal bilincin oluşabilmesi için süreklilik arz eden çalışmaların olması gerekiyor. Yaşadığımız bu konjonktürde Kürtler tarihlerinde hiç olmadığı kadar hem siyasi hem diplomatik hem de bir güç olarak varlıklarını ortaya koymuşlardır. Başka Kobanêlerin, Efrînlerin, Kürtlere karşı saldırgan tutumların olmaması için herkesin aidiyeti ne olursa olsun kendisini katması gerekiyor. Kürtlerin ve Kürdistan coğrafyasında yaşayan tüm halkların menfaatleri gözetilerek çaba sarf etmek gerekiyor. Bunun da yolu tabii ki Ulusal Kongre’dir ve kongre neticesinde devam eden çalışmalardır.
Son olarak da gündem Efrîn olduğu için şunu söylemek isterim: Efrîn küçük bir yer olmasına rağmen tarihi açıdan çok öenm arz eden bir direniş. Yirmi küsur gündür havadan ve karadan bombalayarak sivil halka zarar veriyorlar. Oraya düşen her bombanın dört parça Kürdistan’a düştüğünü unutmamız lazım. Buna kesinlikle sessiz kalmamız gerekiyor. Türkiye halklarının Efrîn’e yapılan saldırıların AKP-MHP faşist hükümetinin önümüzdeki seçimlerden güçlü çıkabilmek için teptiplediklerini bilmesi gerekiyor. Bunun bedelini de hep beraber ödeyeceğimizi bilmelerini isterim. Dolayısıyla tüm bu saldırılara ve polisiye uygulamalara Türkiye halklarının sessiz kalmaması lazım. Bu işgal girişimine açık ve net tavır koymaları gerektiği inancındayım. Bu anlamda hem Türkiye hem de tüm Kürdistan halklarına çağrım budur. Efrîn’e sahip çıkılması geleceğimize sahip çıkmak anlamına gelir.

4 Şubat 2018 Pazar

‘Barışseverlere dönük uygulamaların yaptırımı olacaktır’

ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)


Hukukçu ve İnsan Hakları Savunucusu Hüsnü Öndül, Türkiye’nin savaş karşıtları ve barışseverlere dönük baskılarının hukuka değil keyfi uygulamalara dayandığını söyleyerek, “Uluslararası insan hakları kurumlarının bu uygulamalara karşı zamana yayılan yaptırımları olacaktır” dedi.












Türk devletinin Efrîn’e dönük askeri saldırıları devam ederken, buna karşı gelişen protestolar da çeşitli mecralarda sürüyor. Savaş karşıtlığı baz alınarak süren bu protesto biçimleri, gözaltı ve tutuklamalarla bastırılmaya çalışılıyor. Özellikle sosyal medyada ‘Efrîn paylaşımları’ yapanların gece yarıları evleri basılarak gözaltına alınmaları ve bunların bir kısmının tutuklanmaları, son günlerin en çok tepki çeken gündemi haline geldi. Savaş karşıtlığının bile yaptırıma tabî tutulduğu siyasi ve hukukî erozyonun yaşandığı Türkiye’de, iç ve dış yargının bu konudaki sorumluluk ve yükümlülüklerini hukukçu ve insan hakları savunucusu Hüsnü Öndül değerlendirdi.

BM SÖZLEŞMESİ SAVAŞ PROPAGANDASINI YASAKLAR

Savaş karşıtlığı üzerinden fikir beyanında bulunanların gözaltına alınmalarının veya tutuklanmalarının hem iç hukuka hem de ulusal üstü insan hakları hukukuna aykırı olduğunu belirten Öndül, Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluş amacının dünyada barışı sağlamak olduğunu söyledi. Öndül, şöyle devam etti: “BM’nin şartının, kuruluş yasasının birinci maddesi barışı sağlamayı öngörür. İlk temel amaç barıştır. İkincisi, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde savaşın kötülüğü üzerine ve savaşların olmaması için nelerin yapılması gerektiğine dair özellikle bildirinin girişinde açıklamalar var. Üçüncüsü, 1966 yılında kabul edilen ve Türkiye’nin de 2003 yılında onayladığı anayasasının 90. maddesine göre, tüm yasaların üstünde olan Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 20. maddesi savaş propagandası ve düşmanlığı yasaklar. Dolayısıyla yeryüzündeki insanların ve bir ülkedeki toplulukların ya da Türkiye’de veya Suriye’de barışı savunması doğal olmuş oluyor. Bu bir insanlık görevidir. Son derece doğaldır ve herhangi bir yasa ile yasaklanması mümkün değildir. Barışı savunmanın yasaklanması insan onuruna saldırıdır. Böyle bir saldırı kabul edilemez. Benim değerlendirmeme göre ‘Savaş istemiyorum, barıştan yanayım’ diyenlerin soruşturulması çok büyük bir suçtur. O nedenle Türkiye’de şimdi bir tek görüş isteniyor ve toplumun hiçbir meseleye eleştirel bakması istenmiyor. Bundan dolayı da aykırı düşünceler gözaltılar ile, hapis ve yargı tehditleriyle bastırılmaya çalışılıyor.”

BASKILAR KEYFİLİKTEN KAYNAKLANIYOR

Devlet yetkililerinin Efrîn’e yapılan askeri saldırılara karşı gelenlere yönelik yaptığı ‘vatan hainliği’ suçlamasına da değinen Öndül, şunları söyledi: “Bu suçlamanın ne Türk anayasasında ne de uluslararası hukukta hiçbir karşılığı yok. Savaş karşıtlarının, barışseverlerin herhangi bir hukuksal işleme maruz bırakılmasının ceza kanunlarında bir dayanağı yok. Bunlar hukukun gücünü değil, tamamen devletin gücünü kullanarak, keyfi yorumlara dayanarak insanları özgürlüklerinden yoksun bırakıyorlar. Tüm gözaltı ve tutuklama gibi uygulamalar bu keyfilikten kaynaklanıyor. Hukuka dayanmıyor.”

TÜRKİYE HAK İHLALLERİNDE ÜÇÜNCÜ SIRADA

Türkiye’nin angaje olduğu kimi uluslararası kıstasların olduğuna dikkat çeken Öndül, şu bilgileri verdi: “Dünya sistemi insan hakları ve özgürlüklerinin korunması için her ülkenin kendi içinde bu saygıyı yaşatacak, koruyacak önlemler almasını öngörüyor. Bu, şu andaki dünya sisteminin bakış açısıdır. Sonrada bölgesel sözleşmeler var; Amerikan sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Afrika Halkların Hakları Şartı var. Her ülkenin de anayasa ve yasalarda insan hakları ve özgürlüklerinin korunması ve yaşama geçmesi ile ilgili iç düzenlemeleri var. Türkiye 1950’den beri Avrupa Konseyi’nin üyesi, Mart 1954’ten beri de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tarafı. Yani, Türkiye 64 yıldır bu sözleşmeye taraf olmuş anlamına geliyor. Ama aynı Türkiye, yakın tarihlerde açıklandığı üzere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) açısından hem ifade özgürlüğü hem adil yargılanma bağlamında en çok hakkında ihlal kararı verilen ülke olduğu tespit edildi. AİHM’e başvuru sayısı açısından da üçüncü ülke durumunda görüldü. 47 üyesi olan Avrupa Konseyi’nin, ihlallerde ilk üçüncü sırayı alan üyesi Türkiye oldu.”

YAPTIRIMLAR ZAMANA YAYILIYOR


Esasında söz konusu bu keyfi uygulamaların yaptırımı olduğunu vurgulayan Öndül, şunları dile getirdi: “AİHM, Avrupa Konseyi gibi uluslararası kurumların aykırılıkları düzeltmesi de çok uzun yıllara sarkıyor. Dolayısıyla dünya ve bölgesel sistemler tarafından insan haklarının korunması konusunda, büyük zaaflar taşıdığını söylemek mümkün. Bir ülkede sistematik bir biçimde ihlaller olduğunda da, sözgelimi 12 Eylül askeri darbesinden sonra Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliği askıya alındı ve 2004’ten itibaren tekrar olağan bir üye olarak devam etti. Tabii bunun öncesinde askıdan indirilip izlemeye alınma süreci de vardı. Yani yaptırımlar var ama bunlar etkili değil. Kısa dönemde etkisini gösteren tarzda değil. Uzun zamana yayılan önlemler bunlar.”

Silvan belediyesi adayları: Halk ile birlikte kararlar alacağız

ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR) HDP Silvan ilçe belediyesi adayları Naşide Toprak ve Abbas Hilmi Azizoğlu, nasıl bir belediyecilik anlay...