29 Mart 2018 Perşembe

DBP’li Çiçek: Halkımız alanlara Efrîn ve tecridi haykırmak için geldi


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

DBP Amed İl Eş Başkanı İbrahim Çiçek, alanlardaki yürüttükleri kitle çalışmalarını ANF’ye değerlendirerek, “Halkımız Newroz alanlarına bir festivale veya eğlenmek değil, Efrîn ve ağırlaştırılmış tecridi haykırmak için geldi” dedi.



Newroz gibi takvimsel günlerin kitle çalışmalarını yürüten Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Amed İl Eş Başkanı İbrahim Çiçek, bu çalışmalar esnasında yaşadıkları tartışmaları ve paylaşımları ANF’ye anlattı. Özellikle Türk basının sistematik olarak ‘Kürt halkı, HDP ve DBP gibi siyasi hareketlere mesafeli’ içerikte yaptıkları haberlerin ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecridin toplum nezdinde nasıl karşılık bulduğunu aktardı.

EFRÎN VE TECRİT GÜNDEMİ

Gerek 8 Mart gerekse de Newroz alanlarına gelen kitlenin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a olan bağlılıklarını dile getirdiklerine şahit olduklarını belirten Çiçek, şunları kaydetti: “Bu alanlarda ağırlaştırılmış tecridi kabul etmeyen ve Sayın Öcalan’ı büyük bir sahipleniş söz konusuydu. Bu durumun aynısı sokaklarda mevcut. Halkımızın gündeminde Efrîn ve ağırlaştırılmış tecrit vardı. Zaten onların alanlara sel olup akmalarında ki en önemli iki etken bunlardı. Bu iki gündeme ilişkin tepkilerini dile getirmek için alanlardaydılar. Halkımız bir festivale veya eğlenmek için bu alanlara gelmediler. Gelen tüm insanlar engellemelere rağmen bu iki gündemin etrafında kenetlenmek için alanlarda yerlerini aldılar.”

‘HALKIMIZ BİZE GÖREV VERDİ’

Çalışma yürütürken temasa geçtikleri hemen hemen herkesin yaşanan baskılara ve saldırılara karşı öfkelerinin olduğunu söyleyen DBP Amed İl Eş Başkanı İbrahim Çiçek, mevcut sessizliğin halkın içinde kopan çığlıktan kaynaklandığını ifade etti. “Halkımız içinde kopan fırtınayı Newroz alanlarına akarak gösterdi” diyen Çiçek, şöyle konuştu: “Halkımız tüm engellemelere ve baskılara rağmen Newroz alanlarına akarak aslında bir anlamda da siyasi partilerimize ve kurumlarımıza da bir sorumluluk verdiler. Örgütlenmeyi büyütmek ve çalışmaları daha fazla geliştirmek için bize bir görev verdiler. Halkımız öncülük sorununu çok açık bir biçimde yüzümüze vurdu diyebiliriz. Bizimde bundan sonra bu durumu gözeterek tüm siyasi partilerimiz ve kurumlarımız üzerinden çok ciddi çalışmalar yürütmemiz gerekiyor.”

ANTİ-PROPAGANDA HABERLERİNİN ÖNEMİ YOK

Halka ulaşma, onlara güç verme noktasında kimi eleştiriler aldıklarını söyleyen Çiçek, “Halkımız bizim eksiklerimizi, yetmezliklerimizi açık açık dile dile getiriyorlar. Bizde bu eleştirileri çalışmalarımızın mayası yapıyoruz. Kararlı bir şekilde, bıkmadan ve usanmadan gece gündüz çalışma yürütmemiz gerekiyor. Biz halkımızdan bu mesajı aldık” dedi. Türk basının siyasetlerine ilişkin yaptığı anti propaganda haberlerine de değinen Çiçek, konuşmasına şöyle devam etti: “Onların yaptığı haberlerin hiçbirinin önemi yok. Halkımız bu haberlere itibar etmiyor. Halkımıza değme de, onlarla iletişime geçme de tabii ki eksiklerimiz var ama bu onların bize mesafeli olduğu anlamına gelmiyor. Bu tür haberler tamamen algı yönetmek için yapılan haberlerdir.”

4 NİSAN’A DAVET

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum günü 4 Nisan’ı tüm Kürt halkı için kutladığını söyleyen Çiçek, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Halkımızın, bütün dünyada bir halk olarak anılmasında Sayın Öcalan’ın rolü çok büyük. Newroz’un direniş ruhuyla 4 Nisan’da Sayın Öcalan’ın doğum gününü kutlayacağız. Bu gün, hepimiz için önemli olan bir gündür. Tecridin de kırılması için üzerinde durulması gereken bir gündür. Çünkü son 3 yıldır Sayın Öcalan üzerinde ağırlaştırılmış bir tecrit var. Bu tecridi kırmak için bütün halkımızı 4 Nisan’da yapılacak olan kutlamaya davet ediyoruz.”

25 Mart 2018 Pazar

Kürt Sinemacı İlham Bakır: Sanatçı iflah olmaz bir muhaliftir


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Kürt Sinemacı İlham Bakır, Türkiyeli sanatçıların savaşa destek verdiklerini belirterek, “Faşizmin Türkiye toplumuna dönmeyeceğini kimse düşünmesin. Sanatçı iflah olmaz bir muhaliftir. Ahlaklı ve vicdanlı olmalıdır” şeklinde konuştu.



Kültür ve sanatın yapısal olarak muhalif özelliklere sahip olduğu bilinir. Bu özelliklerinden dolayı da siyasal ve toplumsal meselelerde her zaman ezilenlerin safında yer alması öngörülür. Sanat ve sanatçı doğası gereği yaşamın içerisinden sosyal konuları temel alan ürünler ortaya koyarak, bir nevi toplumun hepsini temsil eden bir kimliğin de sahibi olmuş oluyor. Fakat bugün baktığımızda ezilenlerden yana sanat yapmanın oranı epeyi düşmüş durumda. Özellikle Ortadoğu’da Kürdistanlı sanatçıların dışında muhalif sanat üretenlerin sayısı yok denecek kadar az. Kürdistan ve Türkiye’de faşizmin gittikçe kurumsallaşmasıyla birlikte Türkiyeli sanatçılar, muhalif sanatı geliştirmeleri gerekirken, aksine bu kurumsallaşmayı destekleyecek noktaya geldiği görülüyor. Kürt Sinemacı İlham Bakır, muhalif sanatın güncel durumunu ANF’ye değerlendirdi.

‘SANATÇILAR TOPLUMA ÖNCÜLÜK ETMELİ’

Sanatın politikadaki rolünü değerlendiren Bakır, politikayı, yaşamı, sanatı ve bilimi birbirinden ayrı ele almanın doğru olmadığını belirterek, bunların hepsinin birbirlerini tamamlayan kavramlar olduğunu kaydetti. Toplumların gelişmek ve ilerleme kaydetmek için bir takım araç ve yöntemlere ihtiyaç duyduklarını söyleyen Bakır, şunları ekledi: “Politika, sanat, bilim, felsefe, din ve mitoloji bu yöntemlerden birileridirler. Dolaysıyla bunları birbirlerinden ayrı ve parçalı ele almak doğru olmaz. Bütünlüklü yaklaşmak lazım. Sonuçta bu yöntemler toplumun çıkarlarını gözetir ve birbirlerine temas ederler, desteklerler ve beslerler. Hatta zaman zaman bunların uygulanış biçimleri çatışırlar bile. Tabi sanat diğer tüm yöntemlerden daha fazla detayları ele alan, kapsamlı, derinliklidir. O yüzden de sanatçılar her dönemde toplumda çok güçlü öncülükler geliştirmişlerdir. Sanat bu anlamda politikanın zaman zaman düşebileceği kabalıkları ve muhafazakarlıkları da eleştirmek, onu daha demokratik bir çizgiye ve köşeli olmayan tarza çekmekte de önemli bir rol oynar diye düşünüyorum.”

‘SANATÇI, İFLAH OLMAZ BİR MUHALİFTİR’

Sanatın halklar ve tüm ezilenler için önemli olduğu kadar, kapitalist uygarlık için de önemli bir araç olarak kullanıldığını aktaran Bakır, “Sistem sanatı çok fazla araçsallaştırır. Sanat, toplumu manipüle etme de, baskıları yumuşatma da ve kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu şeyleri anlatma da çok işlev gören bir role sahiptir. Dolayısıyla sistem sanat yapanları kendi hizmetine koşturmak için son derecede incelikler politikalar ve ayarlamalar yapıyorlar. Özellikle Türkiye’nin de şu anda içinden geçtiği ve liberal söylemlerle durulamayacak durumda olan sert koşulların olduğu bir dönemde sanatçıların renkleri daha çok belli olur. Benim nazarımda sanatçı iflah olmaz bir muhaliftir. Sadece kapitalist uygarlığa karşı duruşta değil, demokratik uygarlığın içinde de yine muhalif kimliğini koruyan, eleştiren, bu anlamda topluma yön gösteren ve tespitler yapan konumunu her zaman sürdürmeli” dedi.

‘SANATÇI, FAŞİZMİN SAFINDA YER ALAMAMALI’

Demokrasi sorununun, insan hakları ihlalinin ve savaş koşullarının yaşandığı toplumlarda sanatın ve sanatçının görevinin çok daha fazla olduğunun altını çizen Kürt Sinemacı İlham Bakır, konuşmasına şöyle devam etti: “Sanatçının en temel görevi savaşa karşı durarak barışçıl bir yaşamı ve dünyayı inşa etmektir. Sanatçı, ezilenlerin haklarını savunmak noktasında çok net bir duruşa sahip olmalıdır. Biz maalesef Türkiyeli sanatçılarda bu duruşu çok göremiyoruz. Şu anda artan faşizm koşullarında diyelim ki bir kısmı korkusundan sesini çıkarmazken, bir kısmı yine korkusundan sistemin yanında cephe alırken, bir kısmı da sistemin yanında yer almayı gönüllü olarak üstleniyor. Ve bu faşizan koşullarda sistemin onlara sunduğu olanaklardan da faydalanıyorlar. Zaten bu dönemde faşizmin yanında saf alan ve düşünsel olarak da kendini öyle konumlandıran insanları sanatçı olarak değerlendirmiyorum. Çokta önemsemiyorum onları. Bu dönemde sessiz kalan sanatçılar, yarın vicdanen kendileriyle hesaplaşamayacaklar. Sessiz kalıp faşizmin yanında yer almamak, onun karşısında durdukları ve faşizmin işlediği suçlara ortak olmadıkları anlamına gelmez. Böyle bir dönemde sessiz kalmak, birebir faşizmin tüm vahşetine, uygulamalarına ortak olmak demektir. Bu anlamda sanatçının bu duruşunu hiçbir şekilde kabul etmek mümkün değil.”

‘FAŞİZM TÜRKİYELİ SANATÇILARA DA DÖNECEKTİR’

Kürdistanlı sanatçıların bu konularda daha net olduklarını ve yıllardan beri bedel ödediklerini vurgulayan Bakır, şunları söyledi: “Kürdistanlı bir sanatçı kendine ‘sadece sanatçıyım’ diyemiyor. Yaşamın içerisinde bir yandan protesto gösterilerine katılırken diğer yandan sanatını yapıyor. Bir elinde gitarı, diğer elinde protesto bayrağını taşıyor. Böyle bir pozisyon almak zorunda kalıyor. Fakat Türkiyeli sanatçılar bunu yapamıyorlar. Ve bu dönemin utancını asla silemeyecekler. Kürdistan’da faşizm yürütülürken, Kürtler bu kadar acımasızca ve vahşice katledilirken ve yurtlarından sürülürken, bu uygulamaların Türkiye toplumuna, Türklere dönemeyeceğini kimse düşünmesin. Faşizm herkesi yakar. Öncelikleri vardır, sıraya koyar ve herkese sıra gelir ki onlara da sıra geldiğini görüyoruz. Üniversite öğrencilerini, marjinalleri, farklı cinsel kimliklere sahip olanları suçluyor ve hedef gösteriyor. Her gün yeni bir grubu hedef gösteriyor.”

‘TÜRKİYE TOPLUMU AHLAKİ ÇÜRÜME YAŞIYOR’

Türkiye toplumunda ahlaki bir çürümenin baş gösterdiğini savunan Bakır, şu değerlendirmelerde bulundu: “Yolsuzluk, hırsızlık, insanların öldürülmesi, savaş… Bütün bunlar suç olarak görülmüyor. Ahlaki problemler olarak görülmüyor. Dolayısıyla bu iktidar değişse bile, Türkiye toplumu elli boyunca bu çürümenin etkisinden kendisini kurtaramayacak. Belki de hiç kurtaramayacaktır. Bu ahlaki çürümeye işaret eden bir takım Türkiyeli sanatçılar da var. Fakat bu sanatçılar Efrîn’de yaşanan savaşa itiraz etmeden, kendi toplumlarında yaşanan ahlaki çürümenin nedenlerini ortaya koyamayacaklarının farkında değiller. Savaşa ‘Dur’ demeden, savaş politikalarına itiraz etmeden kendi toplumlarındaki ahlaki çözülmenin önüne asla geçemezler.”

‘FAŞİZMİN VAHŞETİNE SESSİZ KALINIYOR’

Politik krizlerin yaşandığı dönemlerde sanatçıların sessiz kalmalarını askeri darbelere ve faşizan uygulamalara bağlayan Bakır, “Askeri darbeler veya faşizm insanları sadece günün koşulları içerisinde eritmeyi ve sessiz kılmayı amaçlamaz. Bütün toplumu sessizleştirmek, kendine biat ettirmek ve tüm genlerine kadar değiştirip, dönüştürmek ister. Bu anlamda da 12 Eylül Darbesi Türkiye toplumu üzerinden bir buldozer gibi geçti ve ahlaki ve politik duruşun sahibi olacak çok az insanı bıraktı. Ben o günün, bugüne önemli yansımalarının olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül’den önce ülkenin yarısı solcuyken, şimdi HDP ve onunla ittifak halinde olan küçük sol gruplar dışında bu toplumun yüzde seksenine yakını savaş politikalarını destekliyor. Faşizmin yarattığı vahşete de sessiz kalıyorlar. Bir toplumda ahlaki ve vicdani ölçüler ortadan kalkmışsa, o toplumdan bir şey bekleyemezsiniz. O toplumun sanatçısı da onun yansımasıdır. Bu verili koşullar içerisinde bu sanatçılar yetişiyor. Bu topluma hitap ve onun istek ve taleplerini karşılamayı esas alıyorlar. Dolaysıyla bu sessizliği bu noktalara bağlamak mümkün” dedi.

‘HER SANATÇI AHLAKLI VE VİCDANLI OLMALI’

Bir insan politikacı, bilim insanı ya da sanatçı olmadan önce ahlak ve vicdanını yitirmemesi gerektiğini söyleyen Bakır, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Bir toplumun yaşamın her alanında ahlaki ve vicdani ölçülerini koruması gerekiyor. Bir sanatçı bu ölçülerin toplumu nereden nereye taşıyacağına çok daha vakıf olan, bunu çok daha derinlemesine bilen bir insandır. O yüzden sanatçının sorumluluğu herkesten on kat daha fazladır. Sanatını yaparken bu ölçüleri esas almayan, güç odakları karşısındaki toplumsal duruşunu buna göre belirlemeyen hiçbir sanatın ve sanatçının benim için zerre kıymeti yoktur. Ahlaki ve vicdani duruş sanatın temeli ve varoluş nedenidir. Dolayısıyla çağrım, her sanatçının ahlaklı ve vicdanlı olmasıdır.” 

19 Mart 2018 Pazartesi

'Dilop' dergisi okurlarıyla buluşuyor

ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

'Dilop' dergisi Amed Temsilcisi Reşo Ronahî, dergilerinin gündelik arabesk dilden uzak, Kürt kimliğini ve tarihini temel alan bir içeriğe sahip olacağını belirterek, “Kürdün tarihinde, edebiyatında ve sanatında ne var biz bunu açığa çıkarmak istiyoruz” diye konuştu.

                                               


Kültür ve sanat üzerindeki baskıların her geçen gün arttığı bir dönemde Kürtçe-Türkçe yayımlanacak olan ‘Dilop Dergisi’nin ilk sayısı önümüzdeki günlerde okurlarıyla buluşacak. Seksen sayfadan oluşan Dilop, iki ayda bir kültür, sanat, edebiyat ve tarih dergisi olarak çıkacak. Dergi, ağırlıklı olarak Kürtçenin Zazaki ve Kurmancî lehçelerinde yayımlanacak.  Dilop’un Amed Temsilcisi Reşo Ronahî, derginin içeriğine, neden böyle bir dergiye ihtiyaç duyulduğuna ve genel olarak dergicilik üzerine bilgileri paylaştı.

DERGİNİN SABİT SAYFALARI OLACAK

Derginin içeriğine dair konuşan Ronahî, her sayıda bir dosya konularının ve sabit sayfalarının olacağını belirterek, “Örneğin arkeoloji sayfamız olacak. ‘Teyr û Tûr’ diye adlandırdığımız ve her sayıda Kürdistan’a özgü bir bitki veya kuş türünün halk arasındaki hikâyesine yer vereceğiz. Yine ‘Best û Helbest’ adında sabit sayfamız var. Bu sayfada da bugüne kadar Kürt şiirine büyük emekler vermiş bir Kürt şairinin kısa bir şiirini şu an yaşayan bir başka iki şaire veriyoruz ve o şairlerden bu şiire bir şiir yazmalarını istiyoruz. Bu üç şiiri aynı sayfada okuyucularla paylaşıyoruz. Böylesine farklı bir denemeye giriştik. Bir başka sabit sayfamızda çeviri sayfası olacak. Olabildiğince İngilizce ve İspanyolcadan çevirilere yer vereceğiz. Son olarak müzik ve karikatür sayfalarımız olacak” dedi.



‘AJİTATİF DİL’ ELEŞTİRİSİ

Neden böyle bir dergi çıkardıklarına ilişkin de konuşan Ronahî, “Kürt toplumu olarak kültür ve sanatımızda ne yazık ki çok fazla ajitatif bir dil kullanıyoruz” eleştirisini yaparak, bu alanların kaba bir siyasetle anlatılmaması gerektiğini savundu.  Kültür ve sanatı sadece siyasetle icra etmek istemediklerini belirten Ronahî, şunları kaydetti: “Doğrudan kültür ve sanat alanıyla ilgili bilgi vermek istiyoruz. Tabii bütün bunlar tamamen siyasetten uzak da değil. Mesela ilk sayımızda Rojava’ya dair de bir yazımız var. Ama gündelik siyasetin diliyle hazırlamadık yazıyı. Biz genelde Kürdistan’ın tarihine ve hikâyesiyle ilgili bir şeyler göstermek istiyoruz. Kürdün tarihinde, edebiyatında ve sanatında ne var biz bunu açığa çıkarmak istiyoruz. Ayrıca insanlar bizim dergimizin ilerleyen sayılarında Sûr’a dair de, Ermeni soykırımına dair de bir şeyler görecekler”.  

‘TARİHİMİZİN ARKA PLANINI AKTARMALIYIZ’

Sosyal medyanın ve bireysel paylaşımların edebiyat alanı üzerindeki olumsuz etkilerine de değinen Rohanî, konuşmasına şöyle devam etti: “Artık insanlar yazdıkları şiirleri veya öyküleri bir dergiye göndermektense sosyal medya hesaplarında paylaşıyorlar. Beğeni sayısına göre anlık bir haz alarak kendilerini böyle tatmin ediyorlar. Bir toplumun kültürünü, sanatını, edebiyatını ve tarihini göstereceksek bizim bunu hikâyelerle yapmamız gerekiyor. Bunların arka planında ne olduğunu aktarmamız lazım. Tüm bunların toplamında dergicilik artık zor bir durum almış oluyor. Günlük ve yüzeysel bilgilerle hayatını idame ettiren insanlar topluluğuna doğru gidiyoruz ve bu çok tehlikeli bir durum. Bu dergicilik ve dergi yayımlamayı da zorlaştıran bir şey olmuş oluyor. Tam da bu durumun karşısında durarak çalışma ortaya koymak gerekiyor. ‘Halkın edebiyatını ve kültürünü yansıtabiliriz’ diyebilmeliyiz. Bunu da okuyucuya ulaştırmak ve ondan geri dönüş beklemek lazım”.

‘İNSANLAR YAZMAK İSTİYORLAR AMA… ‘

Kürtçe yayın yapan dergilerin yok denecek kadar az olduğunu söyleyen Ronahî, şunları ekledi: “Hal böyleyken bütün bu direngenliğe ve mücadeleye ilişkin insanların duygu ve düşüncelerini yazacak mecraları da oluşturmak gerekiyor. Bu mecralardan biri de dergidir. Bir imtinanın olduğu doğrudur ama söz söylemek isteyenler de var. Sokakta basın açıklaması yapamadığın, yürüyüş düzenleyemediğin ve kendini ifade edemediğin bir ortamdan bahsediyoruz. Bizde dergiyi bunlar için iyi bir araç olarak görüyoruz. Birçok Kürt entelektüel bu konularda bir şeyler söylemek istiyorlar ama yazabilecekleri bir yer yok. Ya türkçe yazmak zorunda kalıyorlar ya da yazmıyorlar. Biz çıkaracağımız dergiyle birazda bu sorunu giderecek bir platform oluşturmak istiyoruz”.

‘KÜRTLER SADECE SAVAŞMIYORLAR, ÜRETİYORLAR DA’


Kültür ve sanatta gündelik arabesk dilden kurtulmak gerektiğinin altını çizen Ronahî, “Kendimizi ve kimliğimizi var edeceksek tarihimizi, edebiyatımızı ortaya koymamız lazım. Bunların ne olduğunu bilince çıkarmamız gerekiyor. Örneğin Şêrko Bêkes’in şiirini, Mihemed Şêxo’nun müziğini tartışmamız lazım. Kürdistan’ın değerlerini tartışmamız gerekiyor. Herkese ve her yere Kürtlerin sadece politik mücadele yürüten bir toplum olmadığını, değerleriyle var olan bir toplum olduğunu göstermemiz gerekiyor. Rojava gerçekliği ortada. Rojava’da insanlar sabahtan akşama kadar ellerinde silahlarla gezmiyorlar. Aynı zamanda sanat, sinema, şiir üretiyorlar oranın halkı. Dolayısıyla totalde düşündüğümüzde toplumsal gerçekliğimizi ortaya koyan işler yapmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Dergimizin amacı da biraz böyledir. İsteğimiz ve duygumuz okuyucuların, yazarların, entelektüellerin kaba bir dergiyi satın alma dayanışması değil de okuyup eleştiri getirebilecekleri bir dayanışma istiyoruz” dedi. 

17 Mart 2018 Cumartesi

Zelal Bilgin: Newroz günü kimse evinde kalmamalı

ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Bu yıl kutlanacak olan Newroz kutlamalarına ilişkin konuşan DTK Delegeler Eş Sözcüsü ve Newroz Tertip Komitesinden Zelal Bilgin, 2018 Newrozunun ne yazık ki savaş koşullarında kutlanacağını belirterek, “Öyle bir örgütleme ağı oluşturmaya çalışıyoruz ki o gün Newroz alanına gelmeyen bir fert bile kalmamalı” dedi.



Bu yıl Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Halkların Demokratik Partisi (HDP), Tevgera Jinên Azad – Özgür Kadın Hareketi (TJA) ve Demokratik Toplum Kongresi tarafından, ‘Faşizm kaybedecek halklar kazanacak’ şiarıyla düzenlenecek olan Newroz kutlamalarının kitle çalışmaları devam ediyor. Stardı 17 Mart’a verilecek olan kutlamaların finali 21 Mart’ta Amed’de yapılacak. Yüzü aşkın merkezde gerçekleşecek olan kutlamaların tertip komitesinde bulunan DTK Delegeler Eş Sözcüsü Zelal Bilgin, yürüttükleri çalışmaları ve bu yıl ki Newrozu değerlendirdi.

‘NEWROZ COŞKUYLA BEKLENİYOR’

Newroz vesilesiyle halkla büyük buluşmalar gerçekleştirdiklerini söyleyen Bilgin, Amed şehir merkezine bağlı köylerin yüzde seksenine ulaştıklarını ve halkla toplantılar aldıklarını ifade etti. Bilgin, almış oldukları toplantılarda halkın hem yerel hem de genel siyaseti gayet iyi takip ettiklerini belirterek, şunları ekledi: “Bu takip üzerinden de sürekli ‘Newrozu yasaklarlar mı?’ tedirginliğinde sorular yöneltildi bizlere. Halkımız koşullar ne olursa olsun Newroz kutlamalarını hiçbir şekilde aksatmayan bir halk. Newrozun ne anlam ifade ettiğini çok iyi bilen bir halk. Onun için de çok büyük bir coşku ve sabırsızlıkla 2018 Newrozunu bekliyorlar şu anda.”

‘NEWROZA GELMEYEN KİMSE KALMAMALI’

Seferberlik ruhuyla kapı kapı örgütleme çalışması yürüttüklerini dile getiren Bilgin, “Bu çalışmada ayak basmadık bit metrelik toprak dahi bırakmamaya gayret ediyoruz. Öyle bir örgütleme ağı oluşturmaya çalışıyoruz ki o gün Newroz alanına gelmeyen bir fert bile kalmamalı. Çünkü oradaki birlik, bütünlük, coşku ve oradan yükselecek olan seslerin hepsi sadece bu coğrafyaya değil, dünyaya verilecek bir mesaj niteliğinde olacaktır” dedi.

‘HALK ONURUNA SAHİP ÇIKACAKTIR’

Newrozun her dönem olduğunu gibi bu dönemde de siyasetin gündemini etkilediğini kaydeden Bilgin, bu yıl ki Newroz da verilecek olan mesajlara ilişkin şöyle konuştu: “2018 Newrozu ne yazık ki savaş koşullarında kutlanıyor. Mutlak bir şekilde savaşa ve Kürt kazanımlarına karşı yapılan mevcut bu saldırıları dile getireceğiz. Buna uygun bir coşku ve tavır ortaya konacaktır. Türkiye genelinde bir OHAL ama bölgemizde bir sıkıyönetim, yine Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan üzerinde bir tecrit söz konusu. Uzun dönemdir kendisinden haber alamıyoruz. Zindanlarda işkence ve tek tip dayatması söz konusu. OHAL’den kaynaklı yerel yönetimlerimize atanan kayyumlar, yoğun ‘güvenlik önlemleri’ ve bunların toplamında bir sıkıyönetim tablosu söz konusu. Bunların bütünüyle etkisi de Efrîn saldırılarıyla karşımıza çıkıyor. Newroz alanından tüm bunlara karşı tepki ortaya konacaktır. Halk her zaman olduğu gibi bu dönemde de onuruna, kimliğine ve toprağına sahip çıkacaktır.”

‘HALKIMIZ SOKAĞA İNMELİ’

Bilgin, şöyle devam etti: “Saldırılar özelde Kürtler genelde Ortadoğu üzerinde ne kadar yoğun olursa olsun, ne kadar yok etme politikalarını çalıştırırlarsa çalıştırsınlar, ne kadar hakimiyet kurmaya çalışırlarsa çalışsınlar biz geçmişten bugüne yürüttüğümüz mücadeleyi sahiplenerek onu yükselteceğimizin mesajını vermek zorundayız. Bu bir zorunluluk. Bunu göz önünde bulundurarak bir çalışma yürütüyoruz. OHAL koşullarından kaynaklı en hukuksal ve yasal tepkiyi dahi gösteremiyoruz. Üç kişi bir araya geldiğimiz zaman anında bir saldırı, gözaltı veya tehditlerle karşı karşıya kalıyoruz. Bu halkın artık sokağa inmeye ihtiyacı var. Kendi yasal taleplerini dile getirebilmesi için demokratik eylem ve etkinlikleri ortaya koyacak bir zemine de ihtiyacı var. Newroz alanı bunun da böyle bir zemini olacak ve buradan bir ses yükselerek bütün bölgeye canlılık katacaktır diye düşünüyoruz.”

‘TÜM HALKIMIZI ALANLARA DAVET EDİYORUZ’


Bu yıl ki Amed Newroz kutlamasında her dönemde ki gibi milyonları toplamak istediklerinin altını çizen Bilgin, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Newroz coşkusunu milyonlarla yaşamak istiyoruz. Amed genelinde evinde kimse kalmayacak şekilde herkesi katacağız. Bölgede de 21 Mart Newroz kutlamaları için izin verilmeyen merkezlere ilişkin de halkımıza durmadan çağrımız oluyor. Milyonlarla bu kenti ve bölgeyi sahiplenmek, bize karşı yapılan saldırılara cevap olabilmek adına orada olmak istiyoruz. Savaş koşulları ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın, biz Kürt halkı olarak onurumuza her zaman sahip çıkan bir tarafta duruyoruz. Bu şiarla da Newrozu bir bahar coşkusu ile karşılayıp, faşizan uygulamaların hepsine karşı bir cevap olabilmek adına tüm halkımızı o gün alanlarla davet ediyoruz.”

16 Mart 2018 Cuma

‘İmralı’da OHAL her zaman vardı’

ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecridi değerlendiren Asrın Hukuk Bürosu Avukatlarından Newroz Uysal, ”İmralı’da tecrit uygulamaları ve yasaklar OHAL’den sonra alınmış yeni bir kararmış gibi gösteriliyor ama orada OHAL her zaman vardı” ifadelerinde bulundu.



Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın üzerinde ağırlaşan tecrit koşulları hâlâ sürüyor. Avukatları dahil olmak üzere ailesinden hiç kimseyle görüştürülmüyor. Defalarca yapılan görüşme başvuruları her seferinde ret edildi. 11 Eylül 2016’da kardeşi Mehmet Öcalan’ın görüşmesinden sonra hiçbir şekilde bağlantı kurulmasına izin verilmedi. Gerek Adalet Bakanlığı gerekse de Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı Öcalan ile görüşme başvurularını neden ret ettiklerine dair net bir bilgi sahibi değiller. Konuyla ilgili konuştuğumuz Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Newroz Uysal, tecridin genel tanımını, Öcalan üzerinde neden ağırlaştırıldığını, görüşmek için yaptıkları başvuru süreçlerinde neler yaşandığını anlattı. 

İMRARLI İLE İLETİŞİM BAĞIMIZ YOK

Tecridin sürekli gündemlerinde ve hem ulusal hem de uluslararası anlamda teknik bir tanıma sahip olduğunu söyleyerek konuşmasına başlayan Avukat Newroz Uysal, şunları söyledi: “Tecridin özellikle cezaevleri bakımından bir karşılığı var. Tıbbi açıdan da bir kişiyi yalnızlaştırma, izole etme ve o insanın iradesini teslim almadır. Aslında bir işkence bir biçimidir. Tecridin ülkelere, cezaevlerine veya kişilere özel bir karşılığı var. Sayın Abdullah Öcalan şahsında da çok ciddi politik bir karşılığı var. 1999 komplosundan şimdiye kadar tamamen bir işkence sistemi olarak kullanılıyor. Ama bunun tek başına hukuki karşılı yoktur. Tecridi de aşan bir durum söz konusu. Çünkü tecrit halinde bile bir insanın dış dünya ile bağlantısı kesilemez. O kişinin yaşadığına ve sağlığına dönük zihni açık kalması gerekiyor. Ama bizim şu anda İmralı’da tek bir iletişim bağımız yok. Mesela biz Sayın Abdullah Öcalan’ın kendisine gönderilen mektupları almadığını biliyoruz. Yanındaki diğer üç tutsak ile görüşüp görüşmediğini bilmiyoruz. Herhangi bir sağlık sorunu var mı yok mu bilmiyoruz. Kendisine herhangi bir disiplin cezası verildi mi? Radyosu, televizyonu, kitapları, notlarını yazdığı defterleri yanında mı? Bunların hiçbirini bilmiyoruz.”

‘AĞIRLAŞTIRILMIŞ MUTLAK TECRİT’

Tecridin 20 Temuz 2016 tarihinde ilan OHAL’den önce de hukuki bir sıkıntı olduğunu hatırlatan Uysal, “Kimi zamanlar can güvenliği ve sağlığı ile ilgili yapılan tekil görüşmeler yeterli bulundu. Tabii bu hukuki anlamda yeterli görülmedi. Daha çok siyaseten geçerli oldu bu. En son neredeyse iki yıl olacak ki kardeşi Sayın Mehmet Öcalan’ın kendisiyle yaptığı görüşmeden bu yana biz hâlâ tek bir haber almış değiliz. Bu, Sayın Abdullah Öcalan’ın da deyimiyle ‘ağırlaştırılmış mutlak tecrid’in de ötesinde bir durum. Biz bunun önünü almaya dönük çok başvurular yapıyoruz ulusal ve uluslararası arenada. Ancak şu anda üçüncü dünya savaşı dediğimiz politik atmosferde Sayın Abdullah Öcalan’ın kendisinin ve yarattığı hareketin rolü bilindiği için hukuki anlamda da buna bir karşı geliş var. Hem Türkiye cephesinden bir karşı geliş bu hem de uluslararası bakımdan bunun yaratacağı etkilerden korkanlar da bu tecridi görmezden geliyorlar” dedi.

‘KOSTERİN BOZUK OLMASI’ BİR KILIF

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 1999’da uluslararası komplo ile tutuklanıp Türkiye’ye getirilmesinden 2011’e kadar avukatlarının günde veya haftada birkaç saat görüşebildiklerini belirten Uysal, konuşmasına şöyle devam etti: “Zamanla çeşitli yönetmeliklerle, kanun değişiklikleriyle, İmralı Cezaevine özel getirilen genelgelerle bu görüşme saatleri ve süreleri giderek kısıtlandı. Şu anda haftada bir, bir saate düşürülen bir görüşme var. Biz her hafta avukatları olarak istisnasız başvuruda bulunuyoruz. Ailesi için de aynı durum geçerli. Biz her hafta başvurularımızı haftada iki kez tekrarlayarak yapıyoruz. Devlet hiçbir zaman bize neden müvekkilimizle görüş yapamadığımıza ilişkin resmi bir cevap veremedi. Çünkü bu konuda ne iç hukukta nede evrensel hukukta bir kanun hükmü yok. Buna uygun bir yönetmelikte yok. Hukuki dayanak yok. Bunların yerine fiili diyebileceğimiz, Ada cezaevi olduğu için uluslararası mecralarda da makul bir gerekçe sayılabilecek ‘kosterin bozuk olması’, ‘hava muhalefetinin deniz yolculuğuna uygun olmaması’ ve ‘kosteri kullanacak olan teknik elemanın izinli olması’ gibi nedenlerle görüşme sağlanmıyordu. Bu her zaman bizim açımızdan Türkiye’nin ortaya koyduğu bir kılıftı, bahaneydi. Görüştürmemenin bir yöntemiydi.”

AİHM’E BAŞVURU SÜRECİMİZ DEVAM EDİYOR

OHAL ilanın 20 Temmuz 2016’da daha resmi gazetede yayınlamadan önce İmralı Adası ile görüşme talebinde bulunduklarını aktaran Avukat Newroz Uysal, şunları kaydetti: “Bir darbe olmasından kaynaklı biz her gün görüşme talebinde bulunuyorduk. Hem savcılık makamından hem cezaevinden hem de bakanlık aracılığıyla bu başvurularımızı tekrarlıyorduk. Kriz anı diyebileceğimiz olağanüstü bir durum vardı ve biz müvekkilimizin can güvenliğinden kaygılıydık. O noktada 21 Temmuz 2016 tarihli bir karar çıkartıldı infaz hakimliğinden ve bu kararda Ada cezaevinde bulunan Sayın Abdullah Öcalan ve diğer üç tutsak hakkında herhangi bir dış dünya ile iletişimi kesildiği yazılıyordu. Bu hem mektup hem telefon hem de aile görüşü engellendi. Her kadar avukat görüşü hukuken engellenemez ise de avukat görüşü de engellenmiş durumda. Bizim avukat görüş başvurularımıza da OHAL ile ilişkilendirdikleri kararlarla cevap veriyorlar. İnfaz hakimliğinin kararlarının yanlış olduğuna dair itirazlarımızı yapmış bulunuyoruz. İtirazlarımıza ret cevabı verildi ve şu an anayasa mahkemesinde bekletiliyor. Aynı durumdan kaynaklı AİHM’e bir başvuru sürecimiz devam ediyor. Bu konuyla ilgili her türlü girişimlerimiz devam ediyor.”

İMRALI’NIN STATÜSÜ BELLİ DEĞİL

İmralı tecrit ve işkence sistemi kapsamında hukuki anlamda ele aldıkları birçok konunun olduğunun altını çizen Uysal, “Bu konulardan biri de İmralı’nın statüsünün ne olduğu ve hangi kuruma bağlı olduğudur. Bu bizim yıllardır cevap bulmaya çalıştığımız bir konu. Bu konudaki hukuki muhataplık çok farklı. Bir cezaevi çok bariz olarak Adalet Bakanlığı’na bağlıdır. Bu bakanlığın adına da işlem yapan bir cezaevi müdürü ve yine aynı şekilde o cezaevinden sorumlu olan bir savcı vardır. Bu teknik olarak Türkiye’deki tüm cezaevlerinin standart uygulamasıdır. Ama İmralı’ya bakıyoruz, 15 Şubat komplosundan bu yana, tamamen Sayın Abdullah Öcalan’ın tecridine ve o işkence sistemiyle bir değişime gitti. İlk zamanlarda Milli Savunma Bakanlığı’na bağlıydı, ondan sonra Başbakan Kriz Merkezi’ne bağlanarak bir strateji kurum olarak adlandırıldı ve İmralı hâlâ askeri yasak bölge olduğu için jandarmanın kontrolünde olan bir yer. Ama aynı zamanda Adalet Bakanlığı’nın gardiyan ve personelleri orada duruyor. Şimdi avukat müvekkilini görmek için tutulduğu cezaevine gider, kimliğini gösterir ve içeri girer. Ama biz adanın bağlı olduğu Bursa Cumhuriyet Başsavcılığına başvurularda bulunuyoruz. Onlarda Adalet Bakanlığı’na iletiyorlar ve bize dönüşleri cezaevi idaresi üzerinden değil, savcılığın gönderdiği faks üzerinden oluyor. Ya da görüşmelerin yapılacakları dönemleri baz alarak söylüyorum; gidilecekse telefon ile arayıp ‘Gidebilirsiniz’ deniyor” dedi.

İMRALI, F TİPİ’NİN ÖTESİNDE

“2003-2005 yıllarından sonra İmralı F Tipi Cezaevi statüsünde görülse bile, hem görüşme hem de tutulma koşullarından ve cezaevi içerisindeki hareket alanlarından kaynaklı F Tipi statüsünden öte bir sistemle idare edildiği görülüyor” diyen Uysal, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Biz Sayın Abdullah Öcalan’ın avukatlarına göre, tamamen tecride özel dizayn edilmiş bir sistem orası. Bizim müvekkilimizle görüşememe durumumuz Türkiye tarihinde bir ilktir. Çünkü teknik olarak hiçbir engel yok buna. Yani bu kararın OHAL ile ilgisi yok. Kaldı ki Sayın Abdullah Öcalan İmralı Adasına getirildiğinden beri orada OHAL hep vardı. Çünkü OHAL ilan edilmeden önce de şu an yasaklanan tüm haklar Sayın Abdullah Öcalan için yine geçerliydi. Mesela adadaki diğer tutsaklar da şimdiye kadar telefon haklarını kullanmış değiller. Hiçbir aileleri diğer cezaevlerindeki gibi belli bir prosedür de standart görüş yapamadılar. Ayrıca bu kararlar 2016’da alınmış ama 2011’den beridir görüşemiyoruz kendisiyle. OHAL fiiliyatta hiç yokmuş davranıyorlar. Buna ‘hukuku dolama’ diyoruz gerçek anlamda. İmralı’daki tecrit ve işkence sistemini örnek alarak Türkiye’deki tüm cezaevlerinde uygulamaya çalışıyorlar.”

AYDA BİR SAVCILARLA GÖRÜŞÜYORUZ

Tecridin ağırlaşma tarihi olan 2011 yılından şimdiye kadar binden fazla görüşme başvurusu yaptıklarına dikkat çeken Asrın Hukuk Bürosu Avukatı Newroz Uysal, “Biz büro olarak hem OHAL öncesinde hem de sonrasında tecridi kırmaya dönük hukuki anlamdaki ağır insan hakkı ihlalini de dikkate alarak birçok girişimimiz oldu. Bu tecridin siyasi boyutuna dair de girişimlerimiz oldu. Ancak bu görüşme taleplerimize ve girişimlerimize hiçbir zaman olumlu bir cevap gelmedi. Şu an bile bir görüşme talebimiz var hâlâ bir dönüş yok. Ancak cezaevi idaresi ve savcısıyla sürekli görüşüyoruz. Savcıların da doğrudan bize söyledikleri bu konuda yetkilerinin sınırlı olduğu yönünde. Ayda bir dergi teslim etmek için yüz yüze görüşmüş oluyoruz. Zaten çoğu zaman başsavcı değil de savcılarla görüşüyoruz. Genelde de bize ‘itirazlarınızı yapın ama bizim değerlendiremeyiz’ diyorlar. Bu söylemlerinde de aslında hukuki değil de siyasi bir durum olduğu söylemiş oluyorlar” dedi.

HAKİM VE SAVCILARI ŞİKAYET ETTİK

İmralı sürecinin başlamasından şimdiye kadar birçok hakim ve savcı hakkında suç duyurusunda bulundukları bilgisini vere Uysal, konuşmasını şöyle sonlandırdı: “Bu hakim ve savcılar hakkında defalarca HSYK’ye şikayet başvurularında bulunduk. 20 Temmuz 2016’da bu engelleme kararlarını alan hakim ve savcılar hakkında da soruşturma başlatılmasına dönük suç duyurularında bulunduk. Tabii şu an’a kadar HSYK’nin bize geri bildirim yaptığı bir sonuç yok. Sayın Abdullah Öcalan üzerindeki bu tecridin devam etmesi noktasında bu hakim ve savcıların da kişisel olarak sorumlulukları var. Bu sorumluluklar hem cezai hem de hukuki anlamda var.”


7 Mart 2018 Çarşamba

HDP'li Bilgen: 'CHP ile ittifak' tartışmaları çok erken


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

CHP’nin seçim güveliği ile ilgili muhalefet partilerini dolaşarak fikir alışverişinde bulunmak için yürüttüğü çalışmanın bir durağı da Halkların Demokratik Partisi’ydi. İki gün önce HDP Genel Merkezini ziyaret eden CHP heyeti, görüşmenin ardından HDP’liler ile birlikte ortak basın açıklaması yapmışlardı. Görüşmenin nasıl geçtiğine ilişkin HDP Kars Milletvekili ve Parti Sözcüsü Ayhan Bilgen konuştu.





‘HÜKÜMETE GERİ ADIM ATTIRABİLECEĞİMİZİ DÜŞÜNÜYORUZ’

CHP heyeti ile yaptıkları görüşmede seçim güvenliği dışında başka bir gündeme yer vermediklerini kaydeden Bilgen, şunları söyledi: “Seçim güvenliği bizim açımızdan sadece seçim günü oy kullanmaktan ibaret değil. Bunu kendilerine ifade ettik. Seçim kampanyasının ne kadar demokratik bir ortamda olup olmadığıyla ilgili olduğunu söyledik. Dolayısıyla bu sürecin OHAL ile doğrudan ilişkili olduğunun ifade ettik. Onlarda buna katıldıklarını söylediler. Bundan sonra da eğer kanun geçerse birkaç ay sonra seçim uyum yasaları gelecek. Yine benzer düzenlemeler olması bekleniyor. Bu da toplumsal duyarlılığı artırmak ve tüm muhalefet partilerinin bu konuda güçlü bir irade ortaya koyması hükümete geri adım attırabileceğini düşünüyoruz. Ama bu hiç mümkün olmazsa da bu taktirde sandıklarla ilgili çok ciddi bir tedbir almak, şimdiden hazırlığa başlamak ve işi riske bırakmayacak ortak çabaların içinde olmak gerekecek. Genel olarak çerçevemiz bu.”

‘ŞU AN İTTİFAK TARTIŞMALARI İÇİN ERKEN’

HDP ve CHP’nin seçim ittifakı yapacağı yönündeki yorumlara da değinen Bilgen, böyle bir şeyin kendileri açısından çok erken bir tartışma olduğunu söyleyerek, şunları belirtti: “AKP ve MHP bu konunun tartışılmasını istiyor olabilirler. Ama bizim şu an ki gündemimiz OHAL koşullarının değişmesi, seçimlerde hile ve şaibe kaygısını daha da artıracak adımlardan vazgeçilmesi, vekillerimizin ve belediye başkanlarımızın tutuklandığı bir süreçte seçime gidilmesinin önüne geçilmesidir. Yani bizim CHP ile olan ilişkimiz şu an bunlarla ilgili bir işbirliğidir. Ayrıca hangi seçimin önce olacağı belli değil. Anayasa mahkemesi 16 Nisan paketine dair nasıl bir tavır takınacak bu bilinmiyor. Dolayısıyla hiçbir bir şey netleşemeden böylesine erken bir tartışmayı doğru bulmuyoruz.”

‘BU ÇALIŞMA ÖNEMLİ VE DEĞERLİDİR’

Seçim güvenliği ile ilgili yürütülen çalışmayı çok değerli ve önemli bir girişim olarak gördüklerini söyleyen Bilgen, konuşmasına şöyle devam etti: “Bu çalışmayı yürütmek demek tehlikenin farkında olmaktır. Bu konuda ortak duyarlılığın gelişmesi dışında bir çözümün olmadığı farkındalığı ile hareket etmektir. Biz şu anda odaklanılması gereken konunun eşit, özgür, şeffaf, güvenilir ve demokratik bir seçim ortamının inşası olarak görüyoruz. Dolayısıyla CHP’nin de bu konudaki çabasını önemsiyoruz. Bu anlamdaki arayışlar muhalefetin asıl gündemi olmalı. Bunun dışındaki kim aday olacak, kim kiminle ittifak kuracak gibi gündemler daha sonranın tartışma konuları olması lazım.”


3 Mart 2018 Cumartesi

TİHV Temsilcisi: İşkence kamuoyuna normalmiş gibi yansıtılıyor


ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)

TİHV Amed Şube Temsilcisi Av. Barış Yavuz, gözaltı ve tutuklamalarla birlikte gelişen işkence vakalarının giderek arttığına dikkat çekerek, “15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de yaratılan algı işkencenin yapılabilir, normal bir şeymiş yönündeydi” ifadelerinde bulundu.



İşkence ve kötü muameleyi, Türk devletinin siyasi tarihi boyunca insanlığa karşı işlediği en korkunç özelliği olarak ele almak mümkündür. Özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra ilan edilen OHAL ile birlikte gözaltı ve tutuklamalar artarak devam ederken, bunlarla beraber yaşanan işkence ve kötü muamele de her geçen gün boyutlanıyor. Gözaltı ve tutukluluk sürecinden sonra bunlara maruz kalanlara tedavi ve rehabilitasyon hizmeti veren Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’in istatiksel verilerini, başvuranlarla ilgili prosedürü ve işkencenin neden olmaması gerektiğini TİHV Amed Şube Temsilcisi Avukat Barış Yavuz değerlendirdi.

‘İŞKENCE YAPILABİLİR BİR ŞEYMİŞ GÖSTERİLİYOR’

Vakıflarının, 1990 yılında işkence görenlerin tedavi ve rehabilitasyon süreçlerini üstlenmek ve takip etmek için kurulduğunu söyleyen TİHV Amed Şube Temsilcisi Avukat Barış Yavuz, “Vakfımız, 1998 yılından beridir de Diyarbakır’da bir temsilcilikle faaliyet yürütmektedir. Diyarbakır’da temsilcilik açıldığından bu yana da 2 bin 600 kişiye tedavi süreçleri için hizmet vermiş durumdayız” dedi.
“15 Temmuz’dan sonra basına yansıyanlardan da görüldüğü gibi inanılmaz bir işkence izi ve yoğunluğu had safhaya ulaşmış durumda” diyen Yavuz, şunları kaydetti: “Bu durumun bize olan başvurulara yansıdığı söylenemez. Çünkü OHAL’le birlikte uzun tutukluluk süresi uygulanmaya başlandı. Bize de başvurular genelde gözaltı ve cezaevi süreçlerinden sonra olduğu için işkence aşamasındayken hizmet sunma bir durumumuz söz konusu olmuyor. Bugün baktığımızda darbe teşebbüsüyle ilişkilendirilen kesimlere çok daha fazla işkence yapıldı. Hatta kamuoyuna öyle bir yansıtıldı ki sanki ‘işkence yapılabilir’ bir şeymiş gibi. Özellikle ‘örgütlü ve terör suçları’ açısından işkencenin uygulanması normalmiş gibi bir algı yaratılmaya çalışıyor. Kaldı ki mesleki durumumdan dolayı aldığım duyumlar itibariyle işkenceyle ilgili ciddi bir artış var.”

‘BAŞVURULARDA GÖRELİ BİR ARTIŞ VAR’

Bunca işkencenin sonrasına ilişkin TİHV’e yansımalarının fazla olmadığının altını çizerek istatiksel verileri paylaşan Yavuz, şunları belirtti: “Vakfı bilenler, duyanlar gelebiliyorlar. Mesela 2014 yılında 321 başvurumuz vardı. Bu sayı 2015 yılında 139 oldu. 2016’da ise 165 oldu ve bunun 102’si 15 Temmuz’dan sonra başvuru yaptı ama sadece 2’si darbe teşebbüssü ile ilişkili işkence gördüklerini iddia ediyordu. 2017 yılının başvurusu sayısını 250 ile kapattık. Son olarak 2018’de de bugün itibariyle başvuru sayımız 23. Göreli bir artış var. Çünkü geçmişte işkence gördüklerine yönelik başvurular devam ediyor. 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de yaratılan algı işkencenin yapılabilir, normal bir şeymiş yönünde olduğu için bu tarihten sonra bile Türkiye’de askıya alınan kimi uluslararası yükümlülükler oldu. Ama işkence alınmadı. Alınamaz da zaten! Çünkü işkence yasağı mutlak bir yasaktır ve bunda zaman aşımı da yaşanmaz.”

BAŞVURU SAYILARI DÖNEMSEL DEĞİŞKENLİK İÇERİYOR

Cezaevi koşullarının başlı başına bir işkence olduğunu ve cezaevinden çıktıktan sonra onlara yapılan başvurulara da değinen Yavuz, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Örneğin 2014 yılındaki başvurularımızın önemli bir kısmı cezaevinden çıktıktan sonra bize başvurmuşlar. Gözaltından veya cezaevinden çıktıktan sonraki başvuruların sayıları dönemsel olarak kendi aralarında dengeli bir şekilde değişiyor. Ama her seferinde yıl içerisinde işkence başvurusu daha az oluyor. Genelde daha önceki yıllarda işkence görmüş, cezaevine girdiği için bize tahliye edildikten sonra başvuru yapıyorlar. Tabii bazen de yıl içerisindeki başvurular yoğun oluyor. Mesela bir yıl Gezi dönemindeki gözaltılardan dolayı başvurular artarken, bir yıl da KCK davasındaki yoğun tahliyelerden kaynaklı cezaevinden çıktıktan sonraki başvurular artmış oluyor. Bu durum tamamen dönemsel değişkenlik içeriyor.”

‘KEŞKE BİZE İHTİYAÇ KALMASA’                          

Vakıflarına haftalık başvuru sayısının sabit olduğunu ama 2018 itibariyle hekim ve kadro sayılarında bir genişlemeye gidecekleri için başvurularında sayısında artış olabileceğine işaret eden Yavuz, şunları söyledi: “Randevu sistemimiz olduğu için biz başvuru sayısını sabit tutmaya çalışıyoruz. Çünkü başvuruyu alan arkadaşlarımız açısından da bir koruma mekanizmamız var. Tabii başvuru sayılarını yıllık olarak öngördüğümüz sayı 150’dir. Ama her zaman bu sayıda sabit kalacağız diye bir kaidemiz yok. Bu sayıyı bulamadığımız da, aştığımız da oluyor. Keşke imkan olsa, sesimizi herkes duysa da işkence gördüklerinde vakfa başvuru yapabilseler ve biz onlara hem ruhsal hem sosyal hem de fiziksel tedavi süreçlerine katkı sunabilsek. Keşke vakfa dair bir bilinç verebilsek de herhangi bir şekilde gözaltına alınsa bile, kim olursa olsun çıktıktan sonra ‘tedavi sürecimi bu vakıfta tamamlayayım’ dedirtebilsek. Tabii bu bilinçten önce de işkencenin tamamen ortadan yok edilmesine dair bir bilincin olması lazım. Böyle bir bilinç olsa da bize ihtiyaç kalmasa.”

‘İŞKENCESİZ BİR DÜNYA MÜMKÜN’

Sivil toplum özelinde hak temelli çalışma yürüten örgütlerle ortak çalışma yürüttüklerini dile getiren TİHV Amed Şube Başkanı Av. Barış Yavuz, konuşmasını şöyle sonlandırdı: “İşkencenin muhatabı olan kamu otoriteleri ile de bir araya gelebiliyoruz. Gerek mecliste gerek hükümet kanadından gerekse de buradaki yerel yöneticilerle mutlaka bir temasımız ve iletişimimiz oluyor. Sonuçta TİHV olarak Adalet Bakanlığı ile birlikte bir dönem hakim ve savcılara dönük işkence iddialarıyla karşılaşıldığında nasıl hareket etmelerine dair İstanbul protokolleri eğitimlerini yürütmüştük. Keşke imkan olsa da biz bu konularda gidip anlatımlarımızı yapabilsek. Türkiye İnsan Hakları Kurumu ile bir ilişki ağımız oldu. Bu kurumun nasıl olması gerektiği noktasında bakanlıkla görüşmelerimiz oldu. İşkence ile ilgili cezasızlık kültürünün ortadan kalkması lazım olduğunu için bunu da iletişimle, görüşmelerle ve eğitimle sağlayabiliriz. Bu amaçla da hem kamu da hem de STK’larla görüşmelerimiz devam ediyor. İşkencesiz bir dünyanın mümkün olabileceğinizi söylüyoruz TİHV olarak. Bunun da bilinçli hareket etmekten geçtiğini düşünüyoruz.”

Silvan belediyesi adayları: Halk ile birlikte kararlar alacağız

ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR) HDP Silvan ilçe belediyesi adayları Naşide Toprak ve Abbas Hilmi Azizoğlu, nasıl bir belediyecilik anlay...