ALİ KOÇER / AMED (DİYARBAKIR)
Kürt siyasi hareketinin deneyimli ismi Ahmet Türk, Mardin
Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanıyken yerine kayyum atanmış ve kısa bir süre
sonrasında da tutuklanarak hapsedilmişti. 70 gün hapiste kaldıktan sonra
geçtiğimiz günlerde tahliye edilen Türk, yaptığımız söyleşide, tutuklanma
sürecini Kürt halkına bir mesaj olarak değerlendirirken, “Devlet Selahattin
Demirtaş’tan Ahmet Türk’e kadar yelpazeyi geniş tutarak, böylece halkın
üzerinde bir baskı uygulamaya yönelik bir karar aldı” dedi.
Türk devletinin Kürtlere dönük siyasi soykırım saldırıları
kapsamında yüzlerce siyasetçinin tutuklandığı süreçte, Kürt siyasi hareketinin
tecrübeli ismi ve kayyum atanan Mardin Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Ahmet
Türk’te 24 Kasım 2016’da tutuklanarak hapishaneye konulmuştu. Yaklaşık 70 gün
hapishane tutulan Türk, önce Edirne’ye oradan da Elazığ F Tipi Hapishanesine
sevk edilmişti. Tutuklu olduğu süre
zarfında hem kamuoyunda hem de bürokratik mecrada tepkilerin çığ gibi büyüdüğü
görüldü. Bu tepkiler sadece Kürtlerden yana değil, iktidar partisine yakın
kişilerden tutalım da diğer muhalefet partilerine kadar birçok kesim tarafından
dillendirildi. Adli Tıp gibi kurumların 75 yaşındaki Kürt siyasetçinin sağlık
sorunları nedeniyle hapishanede kalmaması gerektiği konusunda fikir belirtmiş
olmasına rağmen, 70 güne yakın bir süre hapiste tutulan Ahmet Türk, 4 Şubatta
tahliye edildi. Tahliye edildikten sonra kalabalık bir ziyaretçi akınına
uğrayan Türk, misafirlerini Qesr a Qenco’da karşılıyor. Yoğun ziyaretler
arasında bize zaman ayıran Türk, tutsaklık sürecini ve Kürdistan ve Türkiye’de
yaşanan politik gelişmeleri değerlendirdi.
Kendisiyle yaptığımız söyleşide soruları yanıtlayan Türk, 12
Eylül ve ‘90’lı yılları, gözaltına alınıp tutuklandığı günü, hapishane
koşullarını, Kürt halkına ve siyasetçilerine dönük saldırıları, tutuklanmasında
verilmek istenen mesajı, referandum gündemini ve Kürtlerin birliği konularını
ele aldı.
‘80’LERDEKİ, 90’LARDAKİ MANTIK BUGÜN DE DEVAM EDİYOR’
- 12 Eylül’deki
faşist cunta koşullarından, ‘90’lı yılların karanlık dönemine değin Türkiye’nin
en meşakkatli süreçlerinin hem tanığı hem de bizatihi öznesi oldunuz. O
dönemlerde en ağır bedelleri vermiş bir Kürt siyasetçisi olarak, bugünün
koşullarını göz önünde bulundurduğunuzda nasıl bir karşılaştırma yaparsınız?
Aslında devletin mantığını çok iyi görmemiz lazım. Devlet
Kürtlerin varlığından rahatsız. Kürt halkının hak ve özgürlük taleplerini her
zaman onları sindirerek, korkutarak, baskılayarak susturmaya çalışan bir
politika izlemiştir. Tabi Kürtlerin bölgedeki durumu malum; Irak, Türkiye,
Suriye ve İran’da Kürdistan her dört parçada örülüyor. Ve herkes Kürtleri
potansiyel bir tehlike olarak görüyor. Kürtlere karşı bakış, mantık ve
demokrasi anlayışı değişmedikçe zaman zaman bu sıkıntılarla yüzleşiyoruz. Yani
1980’lerdeki ve 1994-95’lerdeki mantık neyse bugünde aynı mantık devam diyor. Kürtler
bir kazanım elde ettiği zaman bunları susturmaya çalışan bir anlayış var. Bunu
böyle yorumlayıp, fotoğrafı bir bütün olarak görürsek en azından yanlış yapma
olasılığımız daha aza iner. Şimdi Rojava’da Kürtlerin kendi geleceklerini kurmaya,
demokratik bir yapıyı oluşturmaya yönelik ciddi bir fedakârlıkları var, bir
mücadeleleri var. Tabi öyle bir şey ki, her parçanın verdiği mücadele diğer
parçanın siyasetini derinden etkiliyor. Ve buna göre Kürtleri o coğrafyada
bastırmaya çalışan bir anlayış hemen öne çıkıyor. Bugün Kürtler Orta Doğu’da
önemli bir aktör. Gerçekten Kürtler olmadan, değişim ve dönüşümün olması mümkün
değil. Kürtleri bastırarak veyahut da haklarını görmezden gelerek onları
sindirmeye çalışarak da sorun asla çözülmez. Şimdi Kürtler ne istiyor? Kürtler
birlikte yaşadığı halklarla birlikte eşit ve özgür bir yaşamı esas alıyor. Yani
Kürt halkı, ne Türk halkına ne Arap halkına ne de Acem halkına düşmandır. Ama
yürütülen siyasetler Kürtlerle bu halkları hep karşı karşıya getirmişler. Bizde
bütün bu nedenleri bilerek politikamızı daha doğru bir noktaya taşımamız ve
olabildiğince Kürtler arasındaki birlik ve diyalogu esas alacak bir yaklaşımı
büyütmek lazım. Çünkü biz kendi aramızda barışık olmazsak diğer kesimlerle
barışık, eşit ve özgür bir yaşam sürdürme şansımız yok diye düşünüyorum.
‘KÜRTLER, HER YÖNÜYLE SİNDİRİLMEYE ÇALIŞILIYOR’
- Türkiye devleti, Kürt
siyasi hareketine karşı çok ciddi yönelimler ve baskılar uyguluyor. Sizde 70
gün hapsedilerek bu uygulamalara maruz kalmış birisiniz. Devletin Kürtlere
karşı bu tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sorunun boyutu Türkiye’yi, yani Bakur’u aşmış bir durumda.
Rojava var, Irak’taki parçada zaman zaman bağımsızlık tartışmaları yapılıyor. Boyutlar
büyüdükçe baskılar ve sindirme politikaları da artıyor. Aslında bütün bunlar
denedi de; 12 Eylül’de, ‘95’te denendi. Kürtleri sindirmeye çalıştılar, dönem
dönem bunda başarılı da oldular. Sonuç olarak çok yoğun baskılar olunca halk
geri çekilmek zorunda kalabiliyor bazen. Bugün de buna benzer bir süreç
yaşıyoruz. Ama bu süreç çok daha farklı. Eskiden kaba bir şiddetle Kürtler
sindirilmeye çalışılıyordu. Ama bugün her yönüyle; kültürel, ekonomik, siyasi,
sosyal… Her konuda Kürtleri adeta mercek altına alan bir süreci yaşıyoruz. Bu
dönem, diğer dönemlere nazaran tekçiliğin daha yoğun dayatıldığı bir dönem. Yani
diğer dönemlerden daha politik, daha geniş bir anlayışla süreci tamamen kontrol
etmeye çalışan bir devlet veya hükümet aklı var. Fark bu aslında. Yoksa
geçmişte de belki daha fazla bir kaba kuvvetle veyahut işkenceyle karşı
karşıyaydık. Yani burada daha fazla insanın içine işleyen bir anlayışla
Kürtlere karşı bir politika yürütüldüğünü görüyoruz.
‘BENİ TUTUKLAYACAKLARINI BİLİYORDUM’
- Gözaltına alınıp,
tutuklandığınız süreci de sormak isterim. Nasıl gelişti, neler oldu?
Parlamenterlerimize, genel başkanlarımıza, belediye
başkanlarımıza karşı bir tutuklama furyası başlatıldı. Bu süreçten hepimiz
nasibimizi alacağımızı düşünüyorduk. Zaman zaman bazı arkadaşlar, avukatlar
‘Seni almazlar yaşından ve konumundan dolayı’ diyorlardı. Ben ‘Devlet toplumu
sindirmek için bir mesaj verecek. O nedenle beni de alacaklar’ diyordum. Aslında
mesele kişi meselesi veya benim meselem değil. Yani işte bugün, halkın iradesi
ile seçilmiş bütün belediyelerimize kayyum atanmış durumda. Hadi diyelim ki
belediye başkanları olarak bizler bir yanlış yaptık. Belediye meclis üyelerimiz
var, encümenler var. Bu tamamen hukuk dışı, mantık dışı, akıl dışı, vicdan dışı
bir yaklaşımdır. Şimdi halkın iradesi ile seçilerek görev verilmiş, siz onun
yerine bir memuru atıyorsunuz. Halk yine kendi tercihiyle başka birisine
devredebilir, bu da makul görülebilir. Ama şimdi bunun yerine bir devlet memuru
kayyum olarak atandığını zaman, bu da bir mesajdır; ‘Sizi tanımıyoruz’ demek
istiyorlar. ‘Sizin kazanımlarınızı kabul etmiyoruz’ gibi bir mantık ortaya
çıkıyor. Yani bizim tutuklanmamıza böyle bakmak lazım. Şunu da tüm
samimiyetimle söylüyorum; tabii ki zindanda olmak güzel bir şey değil. Dışarıda
olmak güzel. Ama bugün baktığınızda yıllarca beraber siyaset yaptığınız
arkadaşlarınızın çoğu içerde. İnsanın yüreğinin bir yarısı orada kalıyor. Bu da
bir gerçek. Yani biz Fırat Anlı, Cabbar Leygara, Bekir Kaya ile konuşuyorduk.
Gerçekten de halka hizmetten başka yaptıkları bir şey yok. Yani şunu söylemek
istiyorum, halkımız bilsin; Hiçbir belediye başkanımız hakkında rüşvetten,
yolsuzluktan dolayı bir dava açılmadı. Ama işte soyut bile olmayan iddialarla
suçlamalar yapıyorlar. Birisi bir mektup yazmış, onlara bizi ihbar etmek amaçlı
göndermiş sözde. Ama bu insanlara veya mektuplara nasıl itibar edebilir bir
devlet? Bu kadar basit mi bu işler? İşte bunlar yapılarak, halkın iradesi ile
seçilmiş olanları sindirmeye çalışarak topluma bir mesaj verilmek isteniyor. Halkı
korkutmaya yönelik bir siyaset yürütülüyor. Yoksa burada hiçbir arkadaşımız
suçlu değil, fikir ve düşüncelerini söylüyor. Fikir ve düşüncelerimizle,
halkımızla bütünleştiğimiz için de hedef haline geliyoruz.
‘BANA OLAN YAKLAŞIMLA BİR GENCE OLAN YAKLAŞIM AYNI DEĞİL’
- Hapishanedeki
günleriniz sağlık problemleriniz bakımından zorlu geçmiş olmalı. Somut olarak
üzerinizde olumsuz bir etki yarattı mı?
Hayır. Şimdi benim bir huyum var, olanı dürüstçe söylerim. Yani
giderken gelirken, mahkemeye veya hastaneye götürülürken şahsıma karşı son
derece nazik davranıldı. Şimdi ben kalkıp yapılmayan şeyleri söylersem ne benim
ahlakıma ne de yaşıma uygun olmaz. Böyle bir durum yoktu. Bu meseleyi de çok
fazla gündemde tutmak istemiyorum açıkçası. Mesela kelepçesiz gidip geldim.
İhtiyaçlarım anında karşılanıyordu. Bunun tersi bir yönelim olsaydı elbette ki
onu da dile getirirdim. Ama tabii ki bana olan yaklaşımla bir gence olan
yaklaşım aynı mıdır? Hayır, aynı değildir.
‘ZİNDAN PSİKOLOJİSİ FARKLIDIR’
- Tırnak içinde
tecrübeli tutsaklık geçmişi olan bir siyasetçisiniz. Hapishanedeyken günleriniz
nasıl geçiriyordunuz? Ve hiç dışarı çıkmayacakmışsınız gibi bir duyguya sahip
oldunuz mu?
Zindan psikolojisi farklıdır elbette. Bazen düşünüyorsunuz
‘Acaba ne kadar tutacaklar burada’, bazen de ‘Belli bir yaşa gelmişiz ne kadar
burada dayanabiliriz’ diye düşünüyorsunuz. Ama mesela ben Silivri’deyken Bekir
Başkan (Kaya) ile beraberdik. İyi bir uyum sağlıyorduk. Günlerimizi kitap
okuyarak, televizyon izleyerek geçiyorduk. Elazığ’a geldikten sonra Fırat
Anlı’yı, arkasından da Cabbar Leygara’yı koğuşumuza verdiler. Yani biz olabildiğince
günümüzü değerlendirmeye çalışıyorduk. Silivri’de mesela dışarıdan kitap
alamıyorduk ama kütüphaneden alıp okuyabiliyorduk. Fakat Elazığ’da bize
dışarıdan da kitaplar geliyordu. Şimdi benim bir yeğenim vardı, askere
gitmişti. Kırk beş gün askerlik yapmıştı. Ama sanki 2 yıl yapmış gibi uzattıkça
uzatıyordu. Bende topu topu 2 ay 13 gün hapishane yattım bu son süreçte.
(Gülüyor) Yani bunu böyle çok fazla uzatmakta doğru değil. Çünkü mektuplar
alıyordum, 22-23 yıl hapishanede olan hem kadın hem de erkek arkadaşlar vardı.
Şimdi onu görünce kendi hapishane koşullarından söz etmek gerçekten hiç hoş
olmuyor.
‘KELEPÇE TAKMAK İSTEDİLER’
- Hapishane
koşullarında değinmek isterim açıkçası; Sizi orada genelin dışında zorlayan sağlık
ve benzeri gibi herhangi bir durum oldu mu?
Hayır. Olmadı. O konuda hiçbir sıkıntı yaşanmadı. Zaten sık
sık hapishane doktoru çağıyordu ‘Bir ihtiyaç var mı?’ diye. Bildiğiniz gibi bu
rapor filan dolayısıyla her gün bir hastaneye götürüyorlardı. Bazen talebim
olmamasına rağmen kedileri götürüyordu. Hatta ilk gün beni götüreceklerini
söylerken kelepçe takmak istediler ben dilekçe vererek ‘Gitmiyorum’ dedim. Ama
daha sonra bakanlık devreye girince kelepçesiz gitmeye başladım hastaneye. Ama
böyle zorlayıcı bir durum yoktu.
‘TEŞEKKÜR ETMEK ZORUNDAYIM’
- Siz hapishanedeyken
kamuoyu ve bürokrasi de yoğun bir tepkisellik oluştu sizin durumunuza ilişkin.
Hatta iktidar partili kimi isimler bile bunun bir ‘Akıl tutulması’ olduğunu
alttan alta ima ettiler. Siz tutuklanmanızı nasıl ele alıyorsunuz? İktidar sizi
tutuklayarak Kürtlere asıl bir mesaj vermek istedi?
Doğrudur; benim tutuklanmamla topluma, Kürtlere bir mesaj
verilmek istendi. Selahattin Demirtaş’tan Ahmet Türk’e kadar yelpazeyi geniş
tutarak, böylece halkın üzerinde bir baskı uygulamaya yönelik bir karardı. Böyle
değerlendiriyorum ben bunu. Bir de biliyorsunuz ki 143 tane aydın, demokrat
insan bu meseleyle ilgili tepkilerini ortaya koydular. Bu benim için çok
önemliydi. Şunu da belirtmek gerekir; En sağındakinden en solundakine kadar
herkes bunun şık olmadığını söylediler. Şimdi bunu söyleyen insanlara da kalkıp
bu açıklamaları yaptıkları için, bende hayata vicdani ve insani olarak
bakıyorsam teşekkür etmek zorundayım. Yani bunu birilerine yağ çekmek anlamında
nitelememek lazım. Sonuçta insanız ve birileri sizin durumunuzla ilgili bir
açıklama yapıyorsa, siz de burada bir minnet duyuyorsunuz ve teşekkür
ediyorsunuz. Meseleye böyle bakmak lazım. O konuda da çok rahatım.
‘REFERANDUMDA ‘HAYIR’ MEŞRUDUR’
- Malumunuz gündemde referandum
var. Kürt siyasi hareketi bu konuda ‘HAYIR’ oyu kullanacağını açıkladı. Siz bu
gündemle ve Kürtlerin ‘HAYIR’ seçeneğiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ben biraz farklı bir değerlendirme yapmak istiyorum. Referandum
iki seçeneklidir; biri ‘EVET’ diğeri ise ‘HAYIR’. Halka bu iki seçenek
sunuluyor. Bu seçenekler sunulurken halkın üzerinde bir baskının olmaması
lazım. Yani ‘EVET’ ne kadar meşruysa ‘HAYIR’ da o kadar meşrudur. Ama ‘HAYIR’
diyenleri farklı şekillerde bir muameleye tabi tuttuğunuz zaman, bu
referandumun meşruluğu tartışılır. Benim her şeyden önce düşündüğüm şudur: İnsanlar hiçbir baskı
altında kalmadan özgürce gidip iradesini, düşüncesini ve ne söylemek istediğini
sandığa yansıtabilsin. Bu referandumu bir bloklar seçeneği haline getirmemek
lazım. Önemli olan toplumun bu mevcut anayasa değişikliğine ‘EVET’ mi, ‘HAYIR’
mı diyor olmasıdır. Bu şekilde sunmak lazım. Dolayısıyla bunu da içeriğiyle
tartışmak gerekir. Ve insanlar vicdanıyla bunun kararını vermesi lazım. Yani bu
şu veya bu partinin getireceği bir şey olarak algılanmamalı. Bir bloklaşma
olarak da ele alınmamalı. ‘EVET’ mi, ‘HAYIR’ mı, hangisi yararlıdır buna bakmak
gerekir. Bu konuda insanların aydınlatılması ve sandık başında özgürce
iradesini sandığa yansıtması önemlidir. Oyumu da soracak olursanız; Yıllardır
bu mücadelenin içindeyim, partinin bir bireyiyim, dolayısıyla kararımız
bellidir ve ortadadır.
‘HALKI PASİFİZE ETMEYE ÇALIŞIYORLAR’
- Biliyorsunuz
gündemde boykot tartışmaları da var. Kimi klikler, Kürtlerin referandumu boykot
etmeleri yönünde teoriler üretiyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Boykota gitmek ‘EVET’ anlamına geliyor. Yani bu konuda o
tuzağa düşmemek lazım. ‘EVET’ten ya da ‘HAYIR’’dan birini seçmemiz lazım.
Boykot gündemi tamamen ‘EVET’çilerin yarattığı bir şeydir. Bunu da görmemiz
lazım. Halkın kafasını karıştırmaya çalışıyorlar. Onu pasifize etmeye çalışan
bir anlayıştır, mantıktır boykot tartışması. Siz gidip oy kullanmayıp
referandumu boykot ettiğiniz taktirde bu durum ‘EVET’ cephesine yarayacak. O
yüzden de halkın bu konuda bilgilendirilmesi lazım diye düşünüyorum.
‘EKSİKLERİMİZ VAR’
- Son bir buçuk
yıldır Kürt halkı çok büyük acılar yaşadı. Özellikle 2016 yılı bu acıların en
yoğun yaşandığı yıl oldu. Siyasetin bu konuda rolü ve misyonu ne olmalıydı
sizce? Siyaset
yeterli sorumluluk gösterdi mi?
Ben zaman zaman kimi eleştirileri kendi cephemizde çok açık
bir şekilde dile getiriyorum. Şimdi mücadele dengeli olması lazım. Yani
demokratik siyasetin, diplomasinin ve uluslararası ilişkilerin günümüz
dünyasında önemli olduğunu görmemiz lazım. Kendi insanımızla olan ilişkiler ve
onları alacağımız kararlara ikna etme sürecimiz, bunların hepsi çok önemli. Ve
bunlar bizim eksiklerimiz. Bu konuda eksiklerimiz var. Yani paylaşmadan, sanki
halkın hepsi aynı şeyi istiyormuş gibi hareket ediyoruz. Şimdi demokrasi ve
özgürlük yolunu her alanda açmadığımız taktirde her zaman eksikler yaşanır ve
halka da doğru bir diyalog kuramayız. Ben inanıyorum ki bütün bu yaşadıklarımız
bizler için bir deneyim oldu. Bundan sonra siyaseten alınacak olan kararlar
daha geniş bir zeminde tartışılarak toplumun önüne gelmeli. Bunu bu şekilde
ifade etmek istiyorum.
‘ULUSAL BİRLİK ÖNEMLİ’
- Kürtlerin ulusal
birlik konusunda bir girişimi var ve bir türlü neticelenmedi. Böylesi zorlu
süreçlerin en ihtiyaç duyulan konusudur ulusal birlik. Siz de bu konuda emek
vermiş birisiniz. Ne düşünüyorsunuz? Nasıl gelişmeli bu süreç?
Biz biliyorsunuz geçmişte eper çaba gösterdik, günlerce
çalıştık. Erbil’de 15-20 gün de kaldık. Ama o süreci doğru değerlendiremedik. İmkanımız
olmadı. Ama tabii ki ben bunu kaçınılmaz bir sorumluluk olarak değerlendiriyorum.
Koşullar ne olursa olsun, umudumuzu kaybetmemiz lazım. Ulusal birlik ile ilgili
çok farklı fikirlerin bir araya gelip daha doğru şeyleri üretebileceklerine
inanarak kendimizi yeniden gözden geçirmemiz lazım. Yani tek doğru benim doğrum
olmamalı. Herkesin bunu kabul etmesi lazım. Ve tek doğru sizin de doğrunuz
değil. Birçok doğrular var. Bu doğruları yan yana getirerek daha nitelikli ve
güzel bir şeyi ortaya çıkarmanın arayışı içerisinde olmalıyız diye düşünüyorum.
Çünkü ulusal birlik önemli.